Tiflis’te Gezilecek Yerler ( Bizim Deneyimlerimizle)

2699
0

Birisi kulağıma fısıldadı, aklıma düştü… Hayalimi paylaştım; o ona söyledi, öbürü diğerine derken 9 kişi olmayı başardık. Belki daha da çoğalacaktık, duymayanlar duysaydı! İlk defa bu kadar kalabalık yol alıyoruz. İtiraf edeyim, biraz ürktüm. Ben fotoğraf çekmeyi, her deliğe girmeyi, ara sokakları arşınlamayı severken; diğerlerini de sıkar mı, diye kara kara düşünürken, buna bir de geciken izin onayı eklendi. Son dakika onu da halledince doğru yola koyulduk.

 

 

Sabaha karşı şehre iniyoruz. Maalesef Pegasus’ta sadece gece yarısı uçuşlar gerçekleşiyor. Bizde uygun bilet bulunca hemen atlıyoruz. Yolculuğun saatini düşünemiyoruz. İyi de oluyor, hafta sonunu dolu dolu yaşıyoruz.

Havaalanına iner inmez, ince bir pazarlık yapıp, iki taksiye yerleşiyoruz (Pazarlık yapmadan sakın binmeyin!).  Gelirken 50 Gel’den açılan pazarlık araç başına 40Gel’ e kadar düşünce otelimize varıyoruz. Dönüşte otelin köşesinden bindiğimiz taksi 30 Gel’e götürünce yeteri kadar pazarlık yapmadığımızı anlıyoruz. Şehre adım atar atmaz açılışı pazarlıkla yapmış oluyoruz…

 

 

Konaklamak için Metekhi’s GALAVANİ Otel’i seçiyoruz. Otelimiz,  hem gezeceğimiz yerlere yakın, hem de konaklama açısından oldukça konforlu ve ucuz. Zaten şehir ucuz. En az bütçeyle gezdiğim şehir ünvanını hemen kapıyor, tabi şimdilik!

9 kız, 12 kişilik odada altlı üstlü ranzalara yerleşiyoruz. Geriye üç yatak kalıyor, orayı da diğer konaklayıcılara ayırıyoruz. Banyo tuvalet odanın hemen yanında bu açıdan da rahatız, kalabalık olunca biraz bekleme olmasa daha da iyi olacak. Kahvaltı ekstra ücrete tabi olarak tercihe sunuluyor (Kahvaltı 10 GEL). İki gün için konaklama ve kahvaltı dahil kişibaşı; toplam 71 Gel ödüyoruz. Personel yardımsever; otel temizlik, kahvaltı ve konumu açısından da iyi olunca  rahat ediyoruz.

Nefis kahvaltının ardından patır patır sokağa dökülüyoruz. Old Town denilen yere de çok yakınız, aramızda sadece bir köprülük mesafe var. Şehri adım adım keşfetmeye başlıyoruz. İlk izlenimlerimiz trafiği üzerine;

 

 

Bu şehirde trafik lambası yok! Varsa da birkaç taneyle sınırlı… Gelmeden önce şehre dair okuduğumuz birkaç gezi yazısından biraz ürkmüştük ancak korkulacak kadar olmadığını görüyoruz.  Şehrin içinden geçen Kura Nehri’nin üzerini, birbirinden farklı zamanlarda ve şekilde yapılan köprüler süslüyor. Yayalara ayrılan bölümden rahatlıkla geçiyoruz. Ana caddelerin belli yerlerinde alt geçitler mevcut.  Trafiğin yoğun olduğu yerlerde azda olsa yaya geçidini görüyoruz.  Hiçbirinin olmadığı yerde elini havaya kaldırdığın anda zaten araç duruyor. Normal de trafik akışı oldukça hızlı. Bu durum bize hiç yabancı değil. Kendimizi ülkemizdeymişiz gibi hissediyoruz…

İlk soluğu Old Town denilen bölgede alıyoruz. Metekhi Köprüsü’nü geçince geceli gündüzlü en kalabalık meydana çıkıyoruz. Tbilisi yazısının hemen arkasında yer alan kafeye giriyoruz.  Menüde Türk kahvesi yazıyor, hemen birer tane sipariş veriyoruz. Gelen kahvelerden bir yudum alınca yanlış karar verdiğimizi anlıyoruz.  Tatsız, köpüksüz, acılı bir şey geliyor. Mecburen içiyoruz ve şehirde kaldığımız sürece de bir daha içmek istemiyoruz ( burada biraz kahvelerimize özlem oluşuyor). Hemen önümüzde yer alan TBİLİSİ yazısının önünde şehre ayak bastı fotoğrafını çekip, keşif yolculuğuna devam ediyoruz. 

 

 

Şehrin yapısına baktığımızda ilk izlenimlerimiz şöyle;  genellikle eski ortaçağ kültürü ve Sovyet mimarisinin etkisin de kalmış. Her adım başı kilise mevcut. Halk çok dindar, özellikle Pazar günleri kiliseler dolup taşıyor. Ara sıra kilise önünde veya sokak aralarında dindar kadınların bir şeyler satıp, dilendiklerini de gözlemliyoruz.

 

 

‘’Sana bir tepeden baktım, Tiflis’’ niyetiyle teleferiğe binmek için Barış Köprüsü’nü geçiyoruz. Şehrin sembolü haline gelen köprü şahane, teleferik de hemen yanında yer alıyor. Çiçeklerle bezenmiş parkın içinden geçip, sıraya giriyoruz. Kalabalık oluşu gözünüzü korkutmasın, sıra hemen geliyor. Bindiğiniz anda masal başlıyor. Yavaş yavaş şehrin üzerinden yükseliyorsunuz. Teleferiğin çıktığı noktada şehrin zenginlikleri de bir arada sunuluyor. Hangisinden başlayacağımızı şaşırıyoruz. Önce önümüzde yer alan terastaki kafeye yerleşip içeceğimizi, yiyeceğimizi söyleyip bir soluklanma molası veriyoruz. Sonra şehrin sembolü olan Mother of Georgia’yı ziyaret edip, birkaç fotoğrafın ardından surlara doğru ilerliyoruz. Burası da ayrı bir güzellik sunuyor. Şehri farklı açıdan keşfedip, botanik parka doğru yol alıyoruz.

 

 

Botanik Park’ta (National Botanical Garden of Georgia) kaybolmalı… Surları gezip, botanik parka doğru ilerliyoruz. Burası derin bir vadi ve önce epeyce merdiven inmemiz gerekiyor.  Merdivenleri aştığımız anda yeşilin içinde kaybolmaya başlıyoruz. Hemen gişeden biletimizi alıp, sağa doğru ilerliyoruz. Yeşille sarılıp sarmalanmış nefis bir ortamın kucağına düşüyoruz.  Önümüzdeki yolda ilerlediğimizde su sesi bizi köprüye sürüklüyor.  Aşağıdan şırıl şırıl akan su sesi ve şelalenin coşkusu bizi çekiyor. Nerede olursanız olun suyun sesine doğru ilerliyorsunuz.  Şelaleyle buluşunca hemen ayakta ne varsa atın, suyla buluşun. Biraz soğuk ama olsun… Bıraksalar saatlerce burada kalınır, o kadar dinlendirici. Geniş bir alana yayılı parkta, zamanın nasıl geçtiğini anlamıyoruz bile.

 

 

Sülfür hamamlarına doğru ilerlediğimizde başka bir şehre gelmiş gibiyiz… Botanik parktan çıkınca dar ara sokaklardan geçerek buraya geliyoruz.   Hamamlar surların hemen altında. Hala aktif olarak kullanılıyor. İçeride özel odalar ve bölümler yer alıyor. 1.5 metre derinliğindeki havuzun sülfürlü sularında rahatlarken, isteyen dinlenme odası kiralayıp (tabi saatli olarak)  masajda yaptırabiliyor. Bildiğiniz bizdeki hamamların benzeri, yabancı değiliz.  Hamamların etrafını dolaşarak, kubbelerde çekilen fotoğraftan  sonra etrafa yayılan sülfür kokusunu takip ederek  derenin kenarındaki yürüyüş platformundan ilerliyoruz. Hem bina hem de ortam bakımından oldukça etkileyici. Sanki başka bir şehirdeyiz, bu bölgenin mistik bir havası var. Bizim Sultanahmet Meydanı’ndaki satıcı profiliyle, yapılarında da Fas’tan esintiler harmanlanıp ortaya farklı bir karışım çıkmış.

 

 

Şehrin simgesi Özgürlük Meydanı (Liberty Square). Hamamlardan sonra grubumuzla buluşma yerimiz de burası oluyor. Meydan, Rus İmparatorluğu döneminde Erivan, Sovyet döneminde ise Lenin Meydanı olarak isimlendirilse de günümüzde Özgürlük Meydanı olarak biliniyor. Birçok önemli binalar ve Rustaveli  Caddesi’de buraya bağlanıyor. Gelince burada bayağı bir zaman geçiriyoruz. Özellikle yemek yenilecek hoş mekanlar yer alırken, akşamları eğlenerek zaman geçirilecek yerler de burada. Şarap ve peynir marketleri, hediyelik eşya dükkanları, kafeler de yer alıyor. Meydana yakın Abesadre Sokağı’nda yer alan Cafe Linville’ye giriyoruz.  İçeriye girdiğimiz anda biraz eski olmasına rağmen hoş bir mekanla karşılaşıyoruz.  Eski bir yapı, zevkli bir dekorasyon ve lezzetli gürcü yemekleriyle güzel vakit geçiriyoruz.

 

 

Akşam sokaklar canlı, her yerden yayılan farklı müziğin ritmine doğru ilerliyoruz. Şehir akşam olunca bir canlanıyor inanamazsınız. Gündüz kıyıda köşede birkaç kişiyle sınırlı gençlik geceleyin sokaklarda eğleniyor.  Her türlü zevke göre müzik dinleyip, içeceğini yudumlayacağınız hoş mekanlar da mevcut. Özellikle Kote Abkhazi Sokağı müziğin ve mekanların doğru adresi. Bir gecede iki mekan gezip, ilk gecemizi tamamlıyoruz.

Şehrin en güzel ve en işlek caddelerinden birisi de  Rustavelli.  Şehirde iki önemli cadde var, onlardan biri Rustavelli diğeri de Aghmashenebeli.  İkisinin arasından Kura Nehri geçiyor. Mesafe olarak biraz uzak olunca bu gezimizde sadece Rustavelli ile yetiniyoruz. Geniş yollar, yoğun trafik, birbirinden değişik eski mimari, lüks mağazalar ve hoş mekanlar yer alıyor. Sokaktaki müzisyenler ara sıra yorgunluğumuzu alsa da bayanız ya mağazalardan kendimizi alamıyoruz. Kaşla göz arası birkaç ayakkabı sahibi de oluyoruz. (Ah şu alışveriş tutkusu ! )

 

 

Şehrin farklı tepe noktasında MTATSMİNDA EĞLENCE PARKI yer alıyor. Buraya çıkmak için füniküler kullanılıyor. Şahane bir şey! Bütün Tiflis ayaklarınızın altında. Yaklaşık 20 dakikalık yolculuğun ardından şehrin semalarında dolaşıyormuşsun hissine kapılıyorsunuz. Fünikülerden iner inmez yağmura yakalanıyoruz. Hemen yanında yer alan teraslı kafede bir masaya yerleşiyoruz. Nefis tatlılar, pastalar, yemekler, kahveler ve her şeyden en güzeli manzara bir harika! Yağmur bütün gün yağsın dursun, en çok keyif aldığımız yerler listesine ekliyoruz. Uzun bir zaman yağmurun dansını seyredip, güneşin çıkışıyla arkada bizi bekleyen eğlence parkına geçiyoruz. Çoluğunu çocuğunu alan buraya gelmiş. Daha çok çocuklara yönelik bir park burası, en azından öyle görünüyor. Bildiğiniz lunapark yani… Yeşilliğin içinde kısa yürüyüşün ardından tekrar fünikülerle aşağıya doğru inip, şehrin dar sokaklarında kayboluyoruz. (füniküler ücretli kişibaşı; 2.5 GEL)

 


9 March Park’ın içinde Old Bazaar’ a gidiyoruz. Bizim bit pazarı gibi ne ararsan var. Hava bir açıp, bir kapanıyor, akşama doğru yağış artınca satıcılar da erken toplanmaya başlıyor. Hızlı bir şekilde dolaşıyoruz. İyi pazarlıkla iki tane analog fotoğraf makinesi sahibi olup, pazardan ayrılıyoruz.

Yolumuzun üzerinde karşımıza çıkan sanat merkezine de şöyle bir uğruyoruz. Güler yüzlü ressam kapıda karşılıyor. Kendi eserlerini sergilediği küçük bölümde çeşitli açılardan fotoğraf önerileriyle anılarımızı kalıcı kılıp, tebessümle çıkıyoruz. Tamamen tesadüfi girdiğimiz dükkan Gabriadze Theatre binasının hemen yanında yer alıyor. Biz tiyatro binasını görmek için buralara uzandığımızda karşımıza çıkışıyla güzel bir sürprizde yapmış oluyor.

Vekua Sokağına dizili çiçeklerin kokusu ve gün boyu satmayı düşleyerek birer yorgun bedene dönüşen çiçekçilerin birbiriyle hararetli sohbetlerine kısa süreli tanıklığın ardından otelimize doğru yol alıyoruz.

 

 

Şehrin sembolü olan Metekhi Köprüsü’nün hemen yanında yükselen Metekhi Kilisesi’ne de uğruyoruz. Metekhi, kelimesinin anlamı saray çevresi demekmiş. Kilise ve çevresinde yer alan bölgenin tarihi MS. 5 yüzyıla kadar uzanıyor. Kiliseye şehrin neresinden bakarsanız bakın heybetiyle yükseliyor.

 

 

Yapılışı oldukça yeni olan ve bütün kiliseleri heybetiyle gölgede bırakan Holy Trinity Cathedral’ini Pazar günü gezme fırsatını yakalıyoruz. İçerisi oldukça kalabalık ve Pazar ayini var. Yapı gezdiğimiz yerlerin tam zıt istikametinde bu nedenle Pazar günü kahvaltıdan sonra ilk işimiz buraya gelmek oluyor. Otelimize de oldukça yakın.

İki günle sınırladığımız gezimizde birçok yeri gezdiğimiz gibi gidemediğimiz yerler de oluyor. ‘’Bir sonra ki gelişimize’’ diyerek kendimizi de teselli ediyoruz. Şehre dair deneyimlerimiz bu kadarla sınırlı değil tabi. Yemek yediğimiz hoş mekanlar, müzikli ortamlar, gezimizden geriye kalanlara da buradan ulaşabilirsiniz.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz