Gökçeada

1774
1

Gökçeada’ya ilk gelişim. Yolculuğumuzla beraber heyecanım da başlıyor. Her zamanki gibi yeni bir gezi, yeni bir heyecan ve yeni hayaller kurarken, varıyoruz adaya, hatta konaklayacağımız yere, yani Kaleköy’e. Eski taş evlerin olduğu şirin mi, şirin bir köy burası. Temiz hava, çoğunluğu pansiyon olarak işletilen iki katlı evlerden oluşan sıcak bir yerleşim… Kaldığımız pansiyonun sahibiyle uzun süre telefonla görüşme sonucunda, samimiyeti ilerletmiş ve biraz da şirinliğimden dolayı, beni kıramadığı için kendi odasını konaklamamız için  hazırlıyor. Oda, evimiz gibi her türlü konfora sahip. 

 

Sabah başlayan yolculuğumuz ancak akşamüzeri sona eriyor. Herkes bizimle sözleşmiş gibi Gökçeada’ya geliyor. Uzun feribot kuyruğu, yorucu ve yeni biten yolculukla beraber ”Güneşi batırmadan, günü de bitirmeyelim” diyerek yönümüzü kaleye çeviriyor; yavaş yavaş zirveye doğru tırmanıyoruz. Bir anda harabe diyebileceğimiz, korunaksız eski kale kalıntılarının tam orasına düşüyoruz.  En tepede geçmişi asırlar öncesine uzanan, bir kale kalıntısı bulunuyor. İki koyun arasında yer alan Kale’nin olduğu tepeden, bir yanda Kaleköy Limanı, diğer yanda Yıldız Koyu rahatlıkla görülüyor. Helenistik dönemden önce yapılan kalenin sur duvarları Bizans döneminde onarılmış, yenilenip genişletildiği halde günümüze kadar maalesef ulaşamadığı gibi, yıkık bir durumda bize ev sahipliği yapıyor. 

 

Tepede oturup, Güneş’e bugünlük veda ederken en güzel gün batımını ve en güzel fotoğrafımı da burada çekiyorum. Yalnız değiliz, bizim gibi meraklılar da gün batımını seyretmeye gelmiş. Hava kararınca, aşağıda Kaleköy Limanı’nda, canlı bir insan seli meydanlara akıyor… Geceyle beraber, biz de kalabalığın içine karışıyoruz. Kafeler, çay bahçeleri tıklım tıklım dolu. Teknelerde ekmek arası balık kokuları, kıyıda balık lokantaları dolup taşmış. Kafa dinlemeye gelmek için bayram, özel günleri bir de hafta sonunu seçmemek gerekli. Kalabalıkla günü tamamlayarak ertesi güne hazırlanıyoruz.

 

Sabah çınar ağacının altında, Mustafa’nın Kayfesi’nde kahvaltı yapıyoruz. Keyifli, dingin bir ortamda zamanın nasıl geçtiğini anlamadan günü yarıladığımızı fark edince biraz serinlemek için doğru plajlara koşuyoruz. Yakınımızda Yıldız Koyu var ama biz Karadeniz Koyu’nu tercih ediyoruz. Meşhur Karadeniz Koyu’na doğru ilerlerken yolumuzun üzerindeki köyleri de atlamadan, birer birer ziyaret ediyoruz. Zeytinli ve Tepeköy ilk karşımıza  çıkanlar.   İkisi de eski Rum köyleri… Sokaklarında huzurla dolaştığımız, çoğunluğunu Rumların oluşturduğu yerleşim yerlerinin arasında dolaşınca kısa süreli mola yerimiz ‘’Meşhur Madamın Yeri’’ oluyor. Belki bir iki masanın sığabileceği samimi bir ortamda, kahvelerimizi içerken gelene geçene de bakmadan edemiyoruz. İçten samimi bir gülümsemeyle servis ettiği, Madam’ın dibek kahvesini yudumlarken, eski günlere dair tek iz,  duvardaki fotoğraflar. Bu köyde sessizlik hakim ! Aracımıza doğru giderken, eski taşlı yollarda, renk renk çiçeklerle sarılmış bahçelerin içindeki evlerde yaşayanlara öykünerek uzaklaşıyoruz.  

Sahile doğru ilerlerken ara sıra geçen arabalar burada yalnız olmadığımızı hissettiriyor. Kendimizle baş başa kaldığımız anları yollarda yakalıyoruz. Sessizlik, sahile kadar sürüyor.  O da ne? Karadeniz Koyu’na yaklaşınca, bir anda  kalabalıkla karşılaşıyoruz. Arabayı park edecek yer bulmak uzun bir zamanımızı alıyor. Buraya öğleden sonra gelmek daha mantıklı çünkü  gün batımına doğru sakinleşiyor. Günü tamamlayanlar yavaş yavaş ayrılırken, geriye bıraktıkları izler, çöpten kaleye dönüşüyor. Maalesef üzülerek duyarsız gidişlerine tanık oluyoruz.

 

Gökçeada’nın en yalnız ve virane köyü Dereköy. Akşam üstü plajdan dönerken dikkatimizi çekiyor. Her biri farklı  bir hikayenin mekanı olan bu yapılar, terk edilişiyle hayattan kopmuş. Oysa bir zamanlar nasıl bir güzellikte ve kimlerin yaşamını anılarla süslemiş? Bazı aileler, atalarının değerlerine sahip çıkarak tekrar dönüş içinde… Belki yakın zamanda yeniden canlanacak, eskisi kadar olmasa da onu aratmayacak hale gelecek diye umuyor, köyün meydanında yer alan kahvede bir masaya yerleşiyoruz. Hemen keçi sütünden ayranlarımız geliyor.  Köye uğrayan misafirlere sunuluyormuş. ‘’Hala tadı damağımda!’’ dedirtecek kadar lezzetli…

Her günümüzü bir önceki günden farklı yaşayarak, Bademli Köyü’ne kısa bir yolculuk yapıyoruz.  Yakınımızda olunca rahat, koşuşturmadan varıyoruz. İlk merakımızı bir zamanlar tıkır tıkır çalışan çamaşırhanesine doğru ilerleyerek gideriyoruz. Çamaşırhanenin yerinde yeller esiyor.  Maalesef bir harabeye dönüşmüş. Etrafta eski, yıkık taştan evlerin yeniden dirilişini izleyip, aşağıya doğru süzülürken karşımıza çıkan bir tabelayı takip ederek, bir atölyeye varıyoruz.  İstanbul’un kalabalığından kaçarak, sığınmış tasarımcı karı-kocanın yerine ulaşıyoruz. Bir zamanlar harabe olan ama şimdi huzuru bulduğumuz bu yapıda, tamamen kendi güçleriyle dönüştürdükleri evlerini, aynı zamanda atölye olarak kullanıyorlar.  Köye yerleşim hikayelerini dinliyoruz. Köy ‘’Sit’’ alanı ilan edilmiş.  Gökçeada’ya yerleşirsem yaşayacağım yer şimdiden belli Bademli.

 

Belki eskiden olduğu gibi zeytinyağı, sabun ve peynir imalathanelerine rastlayamasak da, eskinin izleri kaybolmadan, yazın insan yoğunluğunu içinde barındıran Gökçeada’dan; güzelliklerini hafızamıza yerleştirip,  ayrılıyoruz. Bir daha geleceğimize de söz veriyoruz…

 

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz