Sabahın ilk ışıklarıyla gözlerimi açıyorum. Otobüsümüz virajlı yolda yükseliyor. Önce göl sonra yazlıkçıların ve ardından köy havasıyla birbirine yakın bahçeli, iki katlı evler görünüyor. Yazlıkçılarla, yerelin arasında sanki bir sınır varmış gibi bir hava yayılıyor etrafa. Yazın sıcağından en iyi kaçış yeri burası olsa gerek. Yerlisi bilindik, Egeli.
Yerleşimden çok beni gölün güzelliği çekiyor. Üzerimdeki mahmurluğu atmak için gölün etrafını turlamaya başlıyorum. Güneş yeni doğmaya yüz tutarken, göldeki yansıma tam fotoğraflık zamanı işaret ediyor. Yürürken boş durmuyorum tabi, ara sıra denklanşöre basarak ilerliyorum. Gölün kıyısında yükselen tesis ve hemen onun bitişiğinde yarım inşaat devam ediyor. Gerek var mıydı, kıyısında betonlaşmaya? Onun dışında her şey çok güzel. Derme çatma çay bahçesinin önünden geçerek kamp alanına ilerliyorum. İki farklı kamp alanı etrafında çevrili çitlerden anlaşılıyor. Çadırlar, birkaç masa ve ahşaptan kondurulmuş kulübeyle gelenlere hizmet veriliyor. Gölün yarısına kadar yürüyorum. Bundan sonra gözüm almıyor, açlık her şeyin önüne geçiyor. Geldiğim yoldan köyün içine doğru süzülüyorum.
Gölcük’teyim. Türkiye’nin aynı isimle anılan üç yerinden birindeyim. Burası İzmir’in Ödemiş ilçesine bağlı Gölcük Gölü’nün kıyısına kurulu şirin bir köy.
(Gölcük Gölü, alüvyal set gölüymüş. Göl alanı 1 km², en derin yeri 7 metreymiş.
Herhangi bir akarsudan beslenmeyen gölden, tarımsal sulamada yararlanılıyor. Yazın su seviyesi biraz düşerken, kışın tekrar yükseliyormuş. Gölde yetişen yayın, sazan ve tatlısu ıstakozu (kerevit) da avlanabiliyor. )
Köyün içinde yeni yeni hareketlilik başlıyor. Gölün kıyısındaki çay bahçesine ilişiyorum. Tek erkenci biz değiliz. Bizim gelişimizle birlikte hareketlilikte artıyor. Tavşan kanı çayla kendime geliyorum. Hemen yolumun üstündeki katmerciye uğruyorum. Burada kahvaltı katmerle yapılırmış. Etrafa yayılan kokuyla ne kadar lezzetli olduğu anlaşılıyor. Karın doyunca biraz daha ilerliyorum. Bu sefer fırından yeni çıkmış mis gibi gevreklerin büyüsüne kapılıyorum. Bir tane tadımlık alıyorum. Tekrar çay bahçesine gelerek çayımı içerken, yan masadaki amcalarla sohbet ediyorum. Meğerse pandemiden önce geleni gideni çokmuş köyün.
‘’Ödemiş yakın mı?’’, diye soruyorum. İki yol varmış. Biri 12 km, diğeri 30 km uzunluğunda, ‘’ biz 12 ‘likten düz aşağıya kaptırıyoruz.’’ diyor, kahveci. Yollar güzel asfaltlı, yalnız çok virajlı. Sıcak havalar yormaz ama kışın biraz çetin geçtiği belli.
Biraz köyün ara sokaklarında dolaşıyorum. Birkaç fotoğraf çekiyor, gördüklerime selam vererek ilerliyorum.
Her ne kadar niyetim burada uyanmak, bir veya birkaç günü burada geçirmekse de önümüzde görülecek birçok köy var. Liste uzun en yakına doğru ilerliyoruz. Geldiğimiz virajlı yoldan aşağıya süzülerek…