Tunca’sı, Arda’sı, Meriç’i, mis gibi havasıyla yine yeniden tarihi şehir Edirne’deyiz. Şehre girince muhteşem görüntüsüyle Selimiye karşılıyor konukları. Merkezde dolaşırken nereden bakarsak bakalım farklı siluette Selimiye ile karşılaşıyoruz.
Bu şehirde geziye tabyalardan başlanır. Bu topraklarda yaşanan savaşın izleri acısıyla, gerçeğiyle önümüzde. Tabyalarda; Şükrü Paşa Anıtı, Balkan Savaşı Müzesi yer alıyor. Müzeler ve anıtlar 26 Mart 1913 Balkan Savaşı şehitlerinin anısına yapılmış. Savaş sırasında yokluk içinde Edirne’yi savunan askerlerin komutanı Şükrü Paşa’nın, Edirne’nin savunma yerlerinden biri olan Kıyık Tabya’da mezarı ve anıtı da yer alıyor.
İkinci rotamız Selimiye Cami. Bir dönem Osmanlı İmparatorluğu’nun başkenti olan Edirne, Osmanlıdan kalan izleri an ve an gözler önüne seriyor. Bu şehri en çok seven padişahlardan birisi de II. Selim, diğer adıyla Sarı Selim. Şu anda yıkıntılarını görebildiğimiz eski sarayda günlerini geçirirken, edebiyatla ilgiliymiş. Bir gün gördüğü rüyadan etkilenerek, muhteşem camiyi yaptırmaya karar veriyor. Dönemin ünlü mimarı Mimar Sinan’dan da bu konuda yardım istiyor. Yaklaşık 6 yıl gibi uzun bir süreye yayılan caminin bitimine maalesef Sarı Selim’in ömrü yetmiyor. Cami Padişah’ın ölümünden sonra ibadete açılıyor.
Mimar Sinan’ın ‘’Ustalık eserim. ‘’ dediği Selimiye, dört minareli ve üç şerefeli camilerimizden aynı zamanda. Mimar Sinan öyle bir beceriyle inşa ediyor ki, farklı açılardan bakıldığında minareleri bazen 3, bazen 2, bazen 4 olarak da görebiliyorsunuz. Yüzlerce çırak ve kalfanın çalıştığı bu muhteşem eseri altı yılda bitirmekte büyük bir başarı olsa gerek. Kusursuz ince işçiliği, mimari heybetiyle büyüleyici tarihi yapılarımızdan da biri ayrıca.
Caminin arkasında bir mezar gözümüze ilişiyor. Mimar Sinan inşaat faaliyetlerini sürdürürken, aynı zamanda çok sevdiği torunundan ayrılmanın üzüntüsünü de yaşıyor. Bir şekilde hasret kaldığı torununu yanına aldırıyor. Bir süre sonra torunu Fatma hastalanıyor ve vefat ediyor. Üzüntüsüne dayanamayan Sinan, torununu caminin arkasına gömdürüyor. Osmanlıda ters lale hüznü ifade eder. Sinan da hüznünü caminin içinde yer alan ters lale ile anlatıyor.
Caminin avlusuna çıktığımızda kapalı eyvanlı yapıya sahip olduğunu görüyoruz. Camii beş kattan oluşuyor. Beş olmasının nedeni de İslamiyet’in beş şartını ifade etmesi. II. Selim, caminin çok özel olmasını istiyor. Bu nedenle içerideki sütunun altınla kaplatmak istiyor. Ancak Sinan’ın ileri görüşlülüğü buna müsaade etmiyor! ”Düşman saldırısında altının kaçırılacağını” düşünen Sinan, bir şekilde padişahı ikna ederek, sütunu değerli mermer ile döşüyor. Dediği de gerçek oluyor. Balkan savaşlarında caminin düşmanlar tarafından yağmalandığı söyleniyor.
‘’Edirne’’ denilince akla bir Selimiye bir de ciğer geliyor. Kalabalık gruplara kısa sürede hizmet vermeye alışmış esnaf, lezzetli ciğerlerinin yanında acı biber kurusu, salatası ve bu yöreye ait tatlısını da sunuyor. Ciğerin yanında sunulan tatlının ismi de alıştığımızın dışında, Triliçe. Triliçe, hafif sütlü, sünger gibi bir kek ve karamelize edilmiş şekerle süslü bir tatlı. Sadece Edirne’ye has bir lezzet.
Karnımız doyunca soluğu çeşitli tatlı ve süs eşyalarının satıldığı Arasta’da alıyoruz. Caminin hemen yanında yer alan çarşı, turistlerin de uğrak yeri adeta. Bademli kurabiyelere (kavala kurabiyesi) hemen saldırıyorum. İtiraf ediyorum en çok bu kurabiyeleri seviyorum. Paket paket alıyorum. Uzun süre kalsa da bayatlamıyor. Kurabiyelerin dışında turistlere yönelik çeşit çeşit ürünler de yer alıyor. Ben sadece kurabiyelerle ilgiliyim. Küçük bir kapalı çarşıyı andıran bu eski yapıda, bademli kurabiyenin yanında peynir helvası da hem gözümü hem de damağımı şenlendiriyor. Biraz tatlılarla ilgiliyim ama gerçekten çekiyor. Tatlılardan uzaklaşınca mis kokulu süs sabunlarını ve bu şehrin sembolü süpürgelerini almadan ayrılmıyoruz. Yöre halkının inancına göre aynalı süpürge hangi eve girerse uğur getirirmiş. Belki bizimkine de getirir!..
Gelmeden önce şehri sel basmış. Sanırım gelmek için nisan uygun bir zaman değil. İlkbaharın başındayız biraz da havalara güvenip çıkınca farklı manzarayla karşılaşıyoruz. Yağışların bol olduğu dönemde Bulgaristan’daki baraj suları Edirne’ye doğru akınca şehrin köprüleri kısa süreli de olsa sular altında kalıyormuş. Bu nedenle Meriç köprüsü sular altında, geçilemiyor. Maalesef geleneksel köprüyü seyredip, çayımızı yudumlayamıyoruz. Çünkü geçiş yasak! Daha önce sıcak havada köprüye karşı çayımı içip manzaranın güzelliğini keyifle seyretmiş bol bol fotoğraf çekmiştim. Bu sefer uğramadan yönümüzü eski saray kalıntılarının bulunduğu bölgeye doğru çeviriyoruz.
Edirne, Osmanlı Devleti tarafından alınmadan önce, Bizans İmparatorluğu’na bağlı küçük bir kentmiş. ‘’Kaleiçi’’ denilen bir bölgeden ibaret olan Edirne, Balkanlara ulaşabilmek ve egemenlik kurabilmek için aynı zamanda stratejik öneme de sahipmiş. Murad Hüdavendigar olarak bilinen Osmanlının üçüncü padişahı I. Murat, Edirne’nin askeri önemini kavramış ve 1361 yılında Edirne’yi fethederek, Osmanlının İkinci Başkenti yapmış.
Edirne’ye iki saray yapılıyor. Eskisinin pek izine rastlamazken, yeni sarayın Alay Meydanı’nın güneyinde, kalıntıları günümüze kadar ulaşmış. Bugün ayakta Matbah-ı Amire duruyor. Osmanlı saray mutfaklarının genel adı, ‘Matbah-ı Amire’ymiş. Enderun ve Harem’de yaşayanlarla, iş için saraya gelen konuklara ve ulufe günlerinde de kapıkule askerlerine bu mutfaklardan yemek verilirmiş. Geleneksel düzene II. Mehmet ya da Fatih döneminde kavuşan Matbah-ı Amire, sarayın en kalabalık kadrolu birimlerinden de biriymiş.
Fatih Sultan Mehmet zamanında Cihannüma Kasrı ile Kum Kasrı yaptırılmış. Bugün Tuna Köprüsü’nü geçince Cihannüma Kasrı’na ulaşıyoruz. Fazla yağıştan dolayı köprüyü geçemiyor ve sadece uzaktan bakmakla yetiniyoruz. Osmanlı döneminde tıbbi tedavilerin gerçekleştiği şifahane günümüzde Sağlık Müzesi olarak hizmet veriyor.
Her an her yerden çalgıcı çıkabilir. Edirne aynı zamanda eğlencenin de merkezi. Darbukacılar, klarnetçiler, zurnacılar her an her yerden karşınıza çıkabiliyor. E, hazırsanız oynamaya o zaman doğru yerdesiniz! Şehrin belli mekanlarında aynı çalgıcıları görebilirsiniz, gece eğlenceleriyle de meşhur.
Sokaklarda macun şekerleri var! Tam çocukluğuma döndüğüm andayım. Hemen renk renk şekerlere hücum ediyorum. Osmanlı’dan kalan gelenek hala sokaklarda devam ediyor ki hemen takip ediyor ve renk renk MACUN şekerini atlamıyorum.
Üniversiteli şehri Edirne. Beni en çok Karaağaç’taki üniversite kampüsü etkilemişti. Hele üniversitenin içinde yer alan trenle çok anı fotoğrafım var. Diğer bölgelere göre mimari olarak farklılık gösteren Karaağaç bölgesi, kafelerin tek veya iki katlı binaların yer aldığı alandan oluşuyor. Tabi bu şehirle yolum bir değil bir çok kez kesiştiği için her buluşmada farklı köşeleri keşfediyorum.
Sv. Georgi Kilisesi, aynı zamanda Bulgar Kilisesi olarak da biliniyor. Edirne’nin kuzeydoğu bölgesinde ”Kıyık” Barutluk Mahallesi’nde yer alıyor. Buraya gelmek için merkezden epeyce yürümek, bir de şehrin kenar mahallerini keşfetmek gerekiyor. Bir zamanlar şehrin bu bölgesinde Bulgar asıllı vatandaşlar yaşarmış. Kilisenin temeli 23 Nisan 1880 yılında atılmış ve aynı yılda yapımı bitmiş. Kilisenin yapımı Sultan II. Hamid’in izni ile zamanın Edirne Valisi Rauf Paşa’nın sayesinde gerçekleşmiş. Bulgar Kilisesi ‘nin planı üç gemili psevdobazilik şeklinde olup, Bulgar geç rönesansına özgü plan karakteri taşıyor.
1940 yılına kadar Bulgar vatandaşı olan papazlar kilisede görev yapmış. Daha sonra Bulgar asıllı İstanbullu papazlar görevi sürdürmüşler. Uzun süre restorasyon çalışmalarından dolayı kapalı olan kilise 2004 yılında Bulgar ve Türk yetkililerinin katılımı ile resmi olarak Bulgaristan Cumhuriyeti Başbakanı sayın Simeon Sakskoburggotski’nin katılımı ile ibadet açılmış.
‘’Haydi bre pehlivan’’ nidalarıyla her sene haziran ayı sonu, temmuz ayı başında Kırkpınar’da gerçekleşen yağlı güreşlerde burada yapılıyor. Osmanlı döneminden günümüze uzanan gelenek hala devam ediyor. Kırkpınar’da ‘’baş’’ı kazanan pehlivan, gelecek senenin Kırkpınar güreşlerine kadar ‘’başpehlivan‘’ olarak biliniyor.
Gelmek için en güzel zaman yaz ayları. Bir güne sığmayan şehirde; gelince muhakkak konaklamalı kalmak gerekiyor. Konaklamak için seçenek çok. Günlük turlarla da gelinebilir ancak şehri dolu dolu yaşamak biraz zor.
Selimiye, tabyalar, ciğer, triliçe, kavala kurabiyesi, peynirli tatlı, Meriç, çalgıcı, eğlencesi ve daha sayamadığım nice güzellikleriyle bir şehri daha dolu dolu yaşayarak ayrılıyorum.