Knidos’u görmeden Datça’yı gördüm deme, demişler… Biz de geldik, gördük ve döndük.
Masmavi Gökova Körfezi’nin ucundayız. Denizle bu kadar bütünleşen manzaraya bu kadar hakim olan antik kenti başka yerde göremeyiz. Size bu etkileyici kenti uzun uzun anlatmak istiyorum:
Knidos’a ulaşım biraz zahmetli. Arabayla gelenler avantajlı ancak arabasız gelenler ya Datça merkezden belli saatlerde kalkan dolmuşla ya da bizim gibi bir taksiciyle anlaşarak gitmeyi seçecekler.
Kaldığımız yerden Kızılbük’ten, yola çıkıyoruz. Yol uzun ve virajlı. Taksici buranın yerlisi emekli öğretmen, yol boyunca antik kentin hikayesini anlatıyor. Yola öğleden sonra çıkıyoruz. Her gelenin dilinden düşürmediği günbatımının güzelliğini yaşama niyetindeyiz. Güne vedaya yaklaşık dört saat var.
Knidos’a yaklaştıkça etraftaki birçok şey dikkatimizi çekiyor. Duvarlarla güçlendirilen antik yol hala ayakta, bugün de araçlarla bu yolun üzerinden geçiyoruz. Knidos’a yaklaştıkça kentin kalıntıları yoğunlaşıyor. Muntazam duvarlı apsisli yapıların hemen yanı başından geçiyoruz. Bir başka dikkatimizi çeken unsur da duvarların hem Karia hem de Likya duvar işçiliğini sergiliyor oluşu. Kente girer girmez, Knidos’un tiyatrosu bizi karşılıyor. Biran önce kavuşmak isteğiyle daha da hızlanıyoruz. Tabi, buraya girmek için gişelerden geçmek gerekiyor. Müze kartı geçerli, müze kartı olmayanlarda belli ücret karşılığında aldığı biletle içeriye giriyor. Açık hava müzesi, Kültür Bakanlığı’na bağlı olduğundan diğer müzelerdeki kurallar burada da geçerli. ( müze kartı olanlar, öğretmen ve öğrenciler ücretsiz girerken, diğer vatandaşlar da belli ücret karşılığında bilet alarak girebiliyor. )
Bizim önceliğimiz bu antik kentin sularında biraz serinlemek. O nedenle yine gişeden giriş yapmak geçmek gerekiyor. Girince sahile doğru ilerliyoruz. Antik kentin Akdeniz’e açılan tarafında biraz serinliyoruz. Anlatılanlara göre şehrin bir tarafı Ege bir tarafı Akdeniz’e açılıyor. Aynı anda hem Ege’de hem Akdeniz’de yüzmek, bulunmaz bir güzellik.
Biraz serinledikten sonra hemen kıyısında yer alan kafede bir kahvelik keyfimiz de olmasın mı, diyerek kafeye yöneliyoruz. Ancak kafeye gitmek için açık hava müzesinden çıkmak gerekiyor. Müzeye daha sonra tekrar giriş yapmak üzere kısa süreli veda ederek, kahve keyfi için kafeye yöneliyoruz. Kafenin önünde yer alan iskele, tekneyle gelen ziyaretçilerin kısa süreli ağırlandığı yer.
Artık Knidos’u kucaklama vakti geliyor. İçeriye tekrar giriş yapıyoruz. Girdiğimizde tiyatroya doğru yöneliyoruz. Tiyatroya ulaşmak için içinden geçtiğimiz alan, kentin en büyük düzlüğü bu bölgeye dionisos terası deniliyor.
Kapasitesi 4500 kişilik bu tiyatrodan çevreyi izlemeye, antik kentin güzelliklerine bakmaya doyum olmuyor. Günümüzde antik kentlerin çoğu denizle bağlarını yitirse de Knidos buna inat denizi kucaklıyor.
Knidos’ta düz alanlar oldukça kısıtlı olduğundan tepeler teraslanarak yerleşim alanlarına açılmış. Tiyatrodan yukarıya doğru çıktığımızda ilk karşımıza bir kilise kalıntısı çıkıyor. Taş işlemeleri oldukça detaylı. Antik kentlerde oldukça nadir göreceğimiz bir güneş saati de burada yer alıyor. Roma döneminde yapıldığı düşünülen güneş saati günümüze kadar tek parça olmayı başarmış. Yükseldikçe manzaranın güzelliği önümüze seriliyor. Bazıları burada günbatımını seyretmek için şimdiden konuşlanmış. Biz aşağıya doğru ilerliyoruz. Antik kentin adımlayacak daha çok yolu var.
Yolculuk boyunca dinlediğimiz kentin hüzünlü kazı hikayesine de biraz deyineyim;
1858 yılında İngiliz Charles Newton devrin padişahından yetki alarak önce Komşu Bodrum’da ardından Knidos’ta kazılar yapmış. Kısa zamanda her tarafı kazarak bulduğu birçok eseri savaş gemilerine yükleyerek Londra British Museum’a götürmüş. Knidos’u kazıp bulduklarını İngiltere’ye götürme işini bir yılda tamamlamış. Bu hizmetlerinden dolayı kendisine ‘’sör’’ ünvanı verilmiş. Knidos kazılarıyla ilgili “A history of Discoveries at Halicarnassus, Cnidus and Branchidae ” isimli kitapları da bulunuyor. Doğal olarak hızla bir şeyler bulup götürme çabasıyla yapılan kazılar, Knidos’a oldukça zarar vermiş.
Daha sonra 1967 yılından 1977 yılına kadar Amerikalı Prof. Iris Love burada kazı çalışması yapmış. Knidos’u gezerken gördüğümüz birçok çukur Iris Love’a aitmiş. Iris Love, dillerden düşmeyen meşhur Afrodit heykelini bulma derdine düşmüş. Bu nedenle Knidos bu kazılardan büyük bir zarar görmüş. Bazı eserlerin bu dönemde çeşitli yollardan kaçırıldığı da biliniyor. Şikayetler üzerine Iris Love ‘un kazı çalışmasına son verilerek Selçuk Ünivesitesi Edebiyat Fakültesi Arkeoloji bölümü öğretim üyesi Ramazan Özgan Knidos kazılarına başlamış. Knidos’ta 1988 – 2006 yılları arasında kazı yapan Ramazan Özgan ve ekibinin kazı yapma ruhsatı Kültür ve Turizm Bakanlığınca iptal edilince, 2013 yılından itibaren Selçuk Üniversitesi Edebiyat Fak. Arkeoloji Bölümü Öğretim Görevlisi Prof. Dr. Ertekin M. Doksaltı yönetiminde kazılara devam ediliyor.
Kentin yapısı, kazılar çok yavaş sürdüğünden henüz tam anlaşılamıyor. Ortada olan bir gerçek var ki kent, hem Dorlar’ın hem de Anadolulu Karia uygarlığının özelliklerini taşıması. Bu açıdan oldukça eşsiz bir kent.
Ayrıca kentin ticari ve stratejik önemi de yadsınmayacak derecede özel bir durum. Bunun dışında göze çarpan bir başka ayrıntı da burasının tıpkı İtalya’daki Pompeii şehri gibi seks turizminin batı Anadolu’daki merkezlerinden biri olmasıymış.
Antik kente dair ayrıntılardan sıyrıldığımızda ise Apollon Tapınağı’nın kalıntılarının hala ayakta oluşu. Bunların ötesinde, burayı çok özel yapan şeylerden birisi de daire şeklindeki Afrodit Tapınağı. Grek geleneğinde nadir rastlanan yuvarlak yapılı tapınak burada da yer alıyor.
Kentin coğrafik olarak çok ayrıcalıklı bir yerde oluşu, hala nerede olduğu bilinmeyen çıplak Afrodit heykelinin bulunuşu, burayı eşsiz kılıyor.
Kente dair izleri sürdükten sonra yavaş yavaş günbatımına doğru yolculuğa çıkıyoruz. Kentin Ege’ye açılan penceresinde konuşlanan ziyaretçilerin arasına karışarak, güne veda ediyoruz.