Sakin Şehir HALFETİ

1796
2

img_0570

Uzun bir yolculuğun sonunda varıyoruz, ”Kayıp Şehre” ya da yeni adlandırmayla ‘’Sakin Şehre’’. Bereketli topraklarını Fırat’a  teslim etmiş; ”Ben hala yok olmadım, buradayım! ” dercesine hüzünlü… Biraz buruk, biraz mağrur.. Sanki içindeki karanlığı yansıtırcasına bu topraklarda açan siyah gülün memleketi,  Güneydoğu’nun en güzel köşesine HALFETİ’ye…

Aylardan ekim, ”sonbahara merhaba” dediğimiz bir zamanda karşılıyoruz birbirimizi… Sanırım en güzel zamanında gelmişiz, hava da yormuyor.  Meraklı turistlerin tatlı bakışları etrafı şenlendirirken, Halfeti’nin hüznü, duygu karmaşasına sürüklüyor hepimizi… Hüznünü  paylaşarak, sessizce seyrettiğimiz bu görüntü, gözümüzü de okşuyor.

img_0570

Kıyıda sıralanmış lokantalar ve tekneler gelen turistleri bekliyor. Verimli toprakların çoğunu sular altına gömünce geriye kalan geçim kaynaklarından biri olmuş tekne turları. Sakin bir kıyı kentindeyiz adeta, oldukça da rağbet var!!! Kalabalığın kimisi yemek, kimisi gezme derdinde… Biz önce gezmeyi tercih edenlerdeniz. Bir tekneciyle anlaşıp yola çıkıyoruz. Tekne kıyıdan yavaş yavaş uzaklaşırken, suyun yüzeyindekilere odaklanıyoruz.  Bölge halkı; sular altında geçmişlerini, çocukluklarını, anılarını, bağ, bahçelerini, neredeyse bütün verimli topraklarını bırakıp başka yerlere yavaş yavaş  göç ediyorlar…

Bölgenin tarihi öyküsü  M.Ö. 855’te Asurlularla başlıyor. Yunanlılar, Süryaniler,  Araplar,  Persler, Mısırlılar, Sasaniler, Emeviler, Abbasiler ve 1146’da Romalılar ve Osmanlılar sırasıyla uğruyor ve her biri ayrı bir iz bırakıyor…. Bu uzun tarih sayfasından günümüze kadar direnerek gelen medeniyetin izleri bugün sular altında kalıyor. Nedenine gelince; Fırat Nehri’nin sularına yapılan Birecik Barajı’nın su seviyesinin kademe kademe yükseltilmesi sonucunda şehrin yarısı suyun altında kalıyor.

img_0538

Tekne yavaş yavaş kıyıdan uzaklaşıyor.  Suyun üstünde kalan iki üç kattan oluşan  Fırat’a hakim yamaç üzerinde kurulu evlerin ön cephesi nehre bakıyor ve birbirinin önünü kesmeyecek şekilde dizili.

Kıyıdan mağaraların olduğu yamaca doğru ilerlediğimizde Fırat’ın bereketi her yere bulaşmış… Yemyeşil sularda motor ve  hafif rüzgarın sesiyle ilerliyoruz.

Rehberimiz yaklaştığımız yeri göstererek burası; “Kız mağarası” diye sesleniyor. Mağaranın efsanesine gelince; ”Kral’ın kızı çobana aşık olmuş. Kral’da buna izin vermeyip kızı mağaraya hapsetmiş.  Kız orada uzun süre yaşamış.’’. Kız Mağarası’ndan uzaklaşırken, ” Rumkale” karşılıyor… Sarp kayalıkların üzerinde yükseliyor, Rumkale.  Fırat Nehri ile Merzimen Çayı’nın birleştiği noktada kurulu kale. İsteyenler  merdivenlerden çıkıp tırmanabiliyor, Rumkale’ye. Zümrüt yeşili sularla renklenmiş bir göle doğru uzanan, su damlasına benzer bir yarımada düşünün, yarımadanın karayla bağlantı kısmında da büyük bir uçurum açılmış. 1838’de Rumkale’yi ziyaret eden Moltke; Kayalığın nerede bittiğini, insan eserinin nerede başladığını söyleyebilmek çok zor! demiş… Kale doğal kayalığın dik olarak yontulmasıyla, doğal sur meydana getirilerek oluşturulmuş. Sonra bu doğal surların üstüne duvar yapılmış. Uçtaki surlarda burçlar ve mazgal pencereler dikkat çekiyor. Asıl ilginç olanı ise Kale’nin yükseldiği yerde savunma kolay olsun diye 12. yüzyılda 30m. derinliğinde ve 20m. genişliğinde oyularak  hendek  açılmış olması.

 

Kale’nin de ilginç bir efsanesi var.  Bir zamanlar Rumkale Beyi’nin Nergis adında bir oğlu varmış. Burada bulunan kuyuya sıkça gelen Nergis, her seferinde sudaki aksinde kendini seyredermiş. Nergis, her geçen gün biraz daha beğenerek kendini  izlemeye başlamış… Bir gün, sudaki aksini daha iyi görebilmek için kuyunun üzerine iyice eğilmiş, dengesini kaybederek önce kuyunun dibine sonrada Fırat’ın soğuk sularına yuvarlanarak boğulmuş. Efsaneye göre gencin boğulduğu yerde çok güzel bir çiçek açmış. Çiçeğin adına da ‘Nergis’ denilmiş.”

Kuyu dışında Kale harabeleri, Aziz Nerses Kilisesi harabeleri ve Barşavma Manastırı harabeleri varmış. Hıristiyanlığın ilk ortaya çıktığı zamanlarda Hz. İsa’nın havarilerinden Johannes o dönemin önemli merkezlerinden Fırat Nehri ile Merziman Çayı’nın kesiştiği bu noktadaki Rumkale’yi kendine üst seçmiş ve rivayete göre Yuhanna, İncil’i burada yazarak çoğaltmış. Johannes’in İncil’i biraz önce bahsettiğim kuyunun yanındaki bir oda da muhafaza etmiş. Aziz olarak tanınan, son patrik Aziz Nerses’in Rumkale’de adına yapılmış bir kilisesi ve mezarı varmış.

Rumkale’den sonra tamamı sular altında kalan Savaşan Köyü’ne geliyoruz… Aslında hep resimlerde burayı görüyoruz… Terk edilerek tamamen boşaltılmış. Öylece köyün önüne kadar gelip duruyoruz.. Yavaş yavaş sessizliğin içinde ilerliyoruz. Terkedilmişliğin hakim olduğu bölgede, bir teslimiyet ile yok oluş benliğimize kazınıyor adeta. Sulara gömülmüş tarihi seyrediyoruz uzun uzun.. Göl suyunun altında kalan caminin üzerindeyiz şimdi.. Gözlerimiz sularda evleri, bir zamanlar sokaklarında top koşturan çocukları arıyor. Geçmişle bakışıyoruz… Bazıları yok olmaya direnerek, sivrilen minare gibi varlığını hissettiriyor… Haykırıyor; ” buradayım” dercesine…

img_0574

Savaşanlar Köyü’nü, Fırat’ın sularıyla baş başa bırakıp, teknemizle kıyılara tatlı dokunuşla  dönüşe geçiyoruz. Halfeti’ye vardığımızda önünden motora bindiğimiz lokantaya yerleşiyoruz. Buraya gelince mutlaka, Şabut balığı yemek lazım !!!  Şabut balığı sadece Fırat Nehri’nde çıkan yöreye özgü bir balık. Bizde tadına bakıyoruz. Tek kelimeyle muhteşem… Yanında eşlik eden salata, içecekler ve Fırat’ın tatlı sesi günü başka bir güzelliğe taşıyor. Bu günü, gezimizi de bitiriyoruz… Yeni rotalara doğru yelken açarak ilerliyoruz,  bakalım yol bizi nereye götürecek…

2 YORUMLAR

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz