Amsterdam şiir gibi şarkı gibi duygusal bir şehir
Orada herkes bu şarkıyı, bu şiiri, içinde hissedebilir
Ve insanlar Amsterdam’a mısra mısra dizilir
Kimi insan şiirin başlığı, kimisi ölçüsü, hecesidir
Kimisi kafiyesi, kalıbı, kimisi redifi, veznidir
Nazmi Öner’in, ‘’Amsterdam’’ şiiri bile bu şehre gitmek için bir nedendir. Kanalları, müzeleri, tarihi güzellikleri, özgürce sunulan yaşamıyla görülesi, sevilesi gereken şehirlerden biri Amsterdam. Gitmek için bir çok neden sayılsa da bizim de elbet bir nedenimiz var; yeni yaş, yeni heyecan.
Biz de görelim tanışalım bu şehirle diyerek iki güne sığdırdığımız programla yola çıkıyoruz. Hafta sonunu başka bir mekanda merakımızı güdüleyerek, yeni keşiflere yol almak için saat gece yarısına dönmeden Amserdam’a iniyoruz. Yolculuk süresince günün bitmediğini, uzadığını uçağın o daracık penceresinden, bulutların üstünde aydınlığın birbirine karıştığı turuncu ve mavinin uzun uzun öpüşünü seyrediyoruz.
Yaklaşık üç saatlik yolculuğun ardından şehrin en büyük havaalanı Schiphol’e inmiş oluyoruz. Sorunsuz pasaport geçişi, birkaç soru ve cevabın ardından şehre açılan kapıdan çıktığımızda, gelen ve giden yolcuların ulaşımına verilen önemi bir anda hissediyoruz. Her şey sistemli olarak şehirde düzenlenmiş. Konaklayacağınız otele belli saat aralıklarında ulaşım mevcutken, kaçırdığınızda hemen yanında yer alan otobüs durağı, o da olmazsa tren seferine kadar her türlü ulaşım mevcut. Bizim otelin son servisini zaman farklıyla kaçırıp birazda yorgunluk çökünce, hemen yanında yer alan ticari taksilere yöneliyoruz. İki kişilik bir grup için bayağı maliyetli olsa da son model araç ve kibar sürücüyle yaklaşık 60 Euro’luk bir ödeme sonucunda otelimize kavuşuyoruz. Otel biraz merkezden uzak ancak konumu, tasarımı, rahatlığı ve çalışanlarıyla güzel bir hafta sonu geçirmemizi sağlayıcıların başında geliyor.
Sabah dinç kalkıp ve güzel kahvaltının ardından özgürlüğün, herkesin gitmeyi düşlediği şehri keşfe çıkıyoruz. Çıkmadan önce otelden aldığımız şehir haritasında her türlü ayrıntı düşünülerek hazırlanmış. Gelmeden önce hazırladığımız program doğrultusunda hemen keşif turlarına başlıyoruz.
Otelin yanında yer alan metroya koşuyoruz. Girişte metro kartlarımızı alarak her tramvayın buluştuğu ve şehrin her yerine hareketin merkezi olan istasyona iniyoruz, bugün ve yarın aynı şekilde son durak burası…
Merkez istasyondan şehre doğru baktığımızda biraz yoğunluk görüyoruz. Hemen karşımızda Red Light denilen bölge yer alıyor. Buraya gelen turistlerin yoğun ilgi gösterdiği, genelinin dolaşıp hatta konakladığı alan. Açıkçası beni o kadar çekmedi. Yoğunluğu, hareketliliği ve biraz kirliliğiyle ara sokaklarda dolaşarak, tanışıp bir o kadar da uzaklaşıyoruz. Hemen yanında yer alan Dan Meydanı’ndan aşağılara doğru inemeye çalışıyoruz. Şehrin her yerini karış karış dolaşmak çok kolay. Neden mi? Her yere, her yöne tramvay hattı var. Sabah aldığımız metro biletlerimizle yoruldukça uzun mesafeleri tramvayla aşıyoruz.
Ara sıra bastıran yağmurdan korunmak için bir anda Rembrandt Meydanı’na sığınıyoruz. Yağmur hafif hafif dokunuyor. Bir ısınma, dinlenme molası, bir kaç çekilen fotoğrafla, heykellere dokunuş ve anı ölümsüzleştirdikten sonra önümüzden geçen 4 numaralı tramvaya atlayarak önce Frederik Splein’de inip, biraz yürüdükten sonra (10 ya da 7 numaralı hangisi gelirse hepsi müzeler bölgesinden geçiyor) gelen tramvaylardan birine biniyoruz. Genelde bayan görevlilerin çalıştığı tramvayda kartlarımızı okutarak üç duraklık yolculuğumuza devam ediyoruz. Daha tam yerleşmeden gayet bakımlı memur; ‘’ müzeler ‘’ diyerek herkese sesleniyor. ‘’Hadi geldiniz inin ve gezin, sanatı, tarihi tanıyın!’’ der gibi.
Geniş bir alana yayılan, birbirinden değişik mimarinin birbiriyle yarışırcasına dizilip ziyaretçilerini ağırladığı bölgede günün yarısından fazlasını buraya feda edip; ‘’ hangi müzeye girelim?’’ sorusuna hemen yanıt buluyoruz. Bizim gibi kısa süreli gezginler ancak birini tercih edebiliyor ve şansımızı Rijks Müzesi’nden yana kullanıyoruz. İster dışarıdan, ister içerideki gişeden hangisinden alırsanız alın bilet fiyatları aynı 18 Euro. Biz dışarıdaki gişeden alıp, çokta sıra beklemeden, gezmeye başlıyoruz.
Hem mimari hem de içerik olarak dolu dolu üç saatimizi buraya feda ediyoruz. Her katı ayrı döneme ait eserlerin sergilendiği müzede, kronolojik sıraya göre yavaş yavaş geziyoruz. İçerisi oldukça kalabalık ve gelenler bir o kadar da ilgili. Aynı coşkun kalabalığı bölgede yer alan diğer müzelerde de rahatlıkla görüyoruz.
Dışarıya çıktığımızda hava ara sıra açıyor, yağmurun dingin vakitlerinde kanallar boyu yürüyoruz. Kanallar arasında yürürken, kenarlarına dizili birbirinden güzel evleri seyrede seyrede Rembrandt Meydanı’na varıyoruz. Meydandaki heykellere ilgi çok fazla, aralarına karışıp, ’’ bir hatıra da bizden olsun.’’ deyip fotoğrafla kalıcılığı sağlıyoruz.
Özgürlükler şehri kanallarla çevrili, kanalların kıyısına ilişmiş birbirine benzer güzellikte evler ve suyla temas eden ya bir tekne ya da bir yaşam alanına rastlıyoruz. Biraz yukarılara doğru kanalların arasında dolaşarak Dam Meydanı’na varıyoruz.
Dam Meydanı herkesin ilgili olduğu, toplandığı, buluştuğu hatta bu şehre adını veren, şehri şehir yapan meydan. Amstel nehrinin etrafına yayılan bir güzellikle, Dam’ın buluşup bugün Amsterdam adını aldığı yerde burası.
Etrafta dolaşıp, günü tamamlayınca 51 numaralı tramvaya binerek otelimize geliyoruz.
Sabah daha dingin yeni bir güne başladığımızda dünkü ara sıra yağışlı havadan eser kalmadığını görüyoruz. Kahvaltının ardından tekrar yollardayız. Metroyla ana istasyona geliyoruz. Tabi bu sefer valizlerimiz yanımızda. Ana istasyonda yer alan emanet dolaplarına kredi kartıyla ödeme yaparak eşyalarımızı bırakıyoruz. Saat sınırlamasının olmadığı emanet dolap sisteminde bir dolap için 7.5 Euro ödeme yapıyoruz.
Valizlerde emin ellerde hemen günü değerlendirerek şehrin sokaklarına akıyoruz. 4 Numaralı tramvay ve ardından 10 numarayla müzeler bölgesini tekrar dolaşıyoruz.
Van Gogh Müzesi yine coşkun kalabalığı ağırlarken yanında yer alan geniş parka kurulu pazarı dolaşıp, parkta biraz etrafı seyrediyoruz. Önümüze serili sınırsız yeşillikle sanat birbiri içine geçmiş durumda. Etrafta yer alan kalabalığın arasına karışıp sokak satıcılarından yiyeceklerimizi alıyoruz. Bu yöreye has patatesler, fırından mis gibi kokusu ve sıcaklığıyla çıkıp en güzel lezzeti sunuyor. Aslında Fries’in (küllahta patates kızartması) tadını merak ederken değişik soslarda bir nevi kumpir tadında küçük kaplarda sunulan patatesler de oldukça lezzetli. Etrafa yayılan canlı müziğin tınıları, cıvıldaşan kalabalık ve önümüzde uzanan mimarinin karışımından bir süre sonra sıyrılıp yukarılara doğru ilerliyoruz. Şehirde yapılacak etkinliklerden biri de kanal turu. Kanal turu için hem fiyat hem de rota bakımından en uygun yer Amstredam Music Theatre’nın yanında yer alan City Hall’un önünden kalkan tekneler. 10 Euro’ya bir saatlik güzel bir Amsterdam turu yapma olanağı buluyoruz.
Old Town bölgesini çevreleyen turun ardından bindiğimiz yere tekrar dönüyoruz. Biraz daha yukarı çıkarak yeniden Red Lİght Bölgesi’ne geliyoruz. Etrafta eğlenen gençler, bölgeye damgasını vurmuş görüntülerin arasından sıyrılıp ara sokaklarda dolaşarak Dam Meydanı’na iniyoruz. Dam Meydanı’nda yer alan Royal Palace ( bizdeki alış veriş merkezi) ünlü mağazalarını dolaşıp bir kahve molası veriyoruz. Çok fazla alışveriş düşkünlüğümüz olmasa da içerinin mimari güzelliği etkiliyor. Çıkınca Damstrar’tan, Oude Hoogstraat’ doğru giderken ara sokakta uzun bir kuyruğa rastlıyoruz. Vleminckx 1887’den beri hizmet veren (Home Made Fries ) yerde Frieslerimizi (küllahta patates) alıp karşıda yer alan kafede soğuk biraların eşliğinde patateslerimizi hüpletiyoruz. Karşımıza oturan genç Türk çiftle Amsterdam ve gezilerimiz üzerine tatlı bir sohbete dalıyoruz. Tamamen tesadüfi bulduğumuz ve Amsterdam da külahta patatesin doğru adresinde yiyoruz. Tamamen şans demeliyim.
Sonra etrafta keyifli dolaşımların ardından gece yarısına doğru başlayacak yolculuğumuz için yeniden merkez istasyonuna gelip valizlerimizi alıyoruz. Yaklaşık kişi başı 15 Euro’ya aldığımız tren biletiyle 14B deki perona geçip trenimizi beklemeye başlıyoruz. Dönüş hüznü üzerimize çökerken sessizce şehirden ayrılıyoruz. Tekrar buluşur muyuz, bilmem ama şehrin etkisi uzun süre üzerimizde olacağı belli.