Bir Gün Balat’ı Gezerken (Gezi Rehberi)

1963
0

Bir gün aklıma düştü, Balat. ‘’Tek mi, yoksa grupla gezmek mi, daha faydalı? ’’ diyemeden, bir pazar günü arkamda otuz kişi ile gezi grubuna takılıyorum. Kalabalık geziler de oldukça keyifli.

 

İstanbul’da yazdan çalma bir hava ve güneşin parlaklığı kadar keskin bir ayaz,  mevsimlerden bahar, sabahın erken saatleri, hafifte sis çökmüş, Haliç’in kıyısında grubumuzla buluşuyoruz.  Köşede yer alan eski Cibali Karakolu, şimdi Nev’i Cafe  bizim de buluşma yerimiz oluyor. (Cibali Karakolu, Muammer Karaca ile efsaneleşmiş bir oyun, Nejat Uygur da senelerce onun mirasını sürdürdü. Her ikisinin de ana temasını, günlük çeşitli olaylarla süsleyen mekan tamamen burası; Cibali Karakolu.  Şimdi biraz değişimle Nev-i Cafe’ye dönüşse de biz onu hep Cibali Karakolu olarak anacağız…)

Nev-i Cafe’nin (Cibali Karakolu) yanından dar sokağa girerek yani Doktor Sadık Ahmet Caddesi’nden, Balat’ın derinliklerine doğru yolculuğa başlıyoruz. 

Gezimizin ilk durağı Fener Rum Patrikhanesi. Kapıdan girince geniş bir avlu bizi karşılıyor. Binanın içerisi de oldukça kalabalık. Günlerden Pazar ve içeride ayin var. Kalabalık nedeniyle sessizce etrafı kolaçan ediyor, hemen çıkıyoruz.

 

 

Patrikhaneden çıkınca dar sokaklarda ilerliyoruz. Hani şu Balat’ı gezenlerin boy boy fotoğraf çektiği renkli kapılarla karşılaşıyoruz. Yollar dar ve alabildiğine yokuş. Dizlerde bu tırmanışa dayanacak şimdilik derman var!

Cumbalı evler; bazıları yeniden doğmuş, bazıları geçmişiyle yüzleşmiş, geriye kalanlar da yitip giderken dar sokakları sağlı sollu süslemişler. İki bina arasında, evin halleri araya gerili ipe dizilmiş çamaşırlardan anlaşılıyor. Bayağı kalabalık aileler…

 

Hani şu iki yolun başında hafif bombeli binayı görünce ‘’hah!’’ diyor,  anı ölümsüzleştiriyoruz. An ölümsüzleşiyor ancak binanın önü bir türlü kalabalıktan arınmıyor. Kalabalık gelince herkes fotoğraf çekme derdinde, birde zaman denen mevhum olmasa saatlerce otur seyret seyredebildiğin kadar! Grup rehberinin de programı yetiştirme telaşı araya karışınca güzel yapılara doyamadan uzaklaşıyoruz.

 

 

Yukarıda Rum Erkek Lisesi görkemli binasıyla karşılıyor. Tarihinde en güzel ve en süslü mimariye sahip lisenin yanında kız lisesi yavrusu gibi kalıyor.

Lisenin sadece etrafını dolaşıyoruz, duvarın ardında görebildiğimiz kadarını kayda alıp, yolumuza devam ediyoruz.  Sağa dönünce  Meryem Ana Kilisesi çıkıyor. İçeriye giremiyoruz,  kapalı ! Dışarıdan bakıp, ilerliyoruz.  Yine dar sokaklar, yıkılmaya yüz tütmüş binalar, dimdik ayakta duranlar, mahallede yaşama dair izler, ipe dizili çamaşırlar, sokakta satıcılar, oynayan çocuklar,  saksıda çiçekler, kuşlar, camların arkasında meraklı bakışlarla çıktığımız yokuşun tersinden aşağı inerek çarşının göbeğine geliyoruz.  Mahallenin bir yerinde  kulağımıza hoş davul, zurna sesi geliyor. Biraz yaklaşınca müziğin ritmine ayak uyduran iki köçekle karşılaşıyoruz. Etrafta coşkulu ve mutlu kalabalık tam bir bayram havası…

 

‘’Düğün var. ‘’ diyorlar.

‘’ Kastamonu düğünü’’ diyorlar. Ve bizi eğlenceye çekiyorlar…

 

 

Köçekler kapı önünde, renkli kıyafetleriyle bir şölen sunarken, bizde coşkulu kalabalığın arasına karışıyoruz… Eğlenceye doyamadan, hayat yolculuğunda, çifte bir de bizden ‘’ mutluluklar’’ dileğiyle ayrılıyor, çarşıda ilerliyoruz.

 

 

İki katlı cumbalı evlerin altında hizmet veren, birbirinden değişik dükkanlar; antikacı, kitapçı, balıkçı, biraz da unutmaya yüz tuttuğumuz bakkallar yer alıyor.  Günlük satış trafiğinden sıyrılıp, daha sakin sokaklara girdiğimizde  eski Türk Filmlerini süsleyen ve şarkılara nağme olan Agora Meyhanesi’yle hiç ummadığımız bir anda karşılaşıyoruz..

 

Eski bir kapıdan içeri girdiğimizde, değişik bir atmosferde, bir kültürü yansıtan mekanda yemek yemekte hoş olurmuş. Dostlar masasında ‘’ iki lafın belini kırıp’’ saatlerin akışına kapılarak sohbetin ritminde ilerliyor,  biraz da ayaklarımızı dinlendiriyoruz.  Bir başka buluşmada konuşlanacağımız yer burası kesinlikle! Şimdilik sadece bir demli çayla geçiştirerek yola devam ediyoruz.

Sağlı sollu dizili iki katlı binalar ve altında yer alan dükkanlara  ve yavaş yavaş Balat’a veda ederek, yönümüzü Kariye Müzesi’ne çeviriyoruz.

 

 

İstanbul surlarına yaklaşıyoruz. Zamana yenik düşse de surların hemen yanında yer alan restorasyonla yeniden doğmuş olan Tekfur Sarayı heybetiyle yükseliyor. İçeri giriş yok! Uzaktan sadece hayran hayran bakıp ilerliyoruz.

 

 

Fatih’te yer alan ve 14. Yüzyılın en iyi mozaik ve fresko örneklerinin  barındığı Kariye ( Chora) Müzesi’ne ulaşıyoruz. Müzeden önce biraz acıkmışız, hemen yanında yer alan köftecide bir güzel karnımızı doyuruyoruz.

 

Müzenin girişinde biletlerimizi ve kulaklıklarımızı alarak, tarihi yolculuğa dalıyoruz. Tam 10 yıl önce gelmiştim. Seneler nasıl akıp gidiyor. Şu anda restorasyon yapıldığı için çok fazla yer gezemiyoruz. İlk giriş renkli mozaiklerle bezenmiş, zengin bir tarihi içeriyor. Yaklaşık bir saat tek tek mozak süslemelerle anlatılan hikayeyi dinliyoruz. İçeride mozaiklerle beraber 14.yüzyıla ait en güzel fresko örnekleri de yer alıyor.

 

 

Müzenin güzelliğine doyamadan yönümüzü Eyüp ve Pierre Loti’ye çeviriyoruz. Yavaş yavaş güne veda eden Güneş’e ve günbatımına doğru Pierre Loti’ye ulaşıyoruz. Yere iğne atsan düşmeyecek kadar kalabalığın arasından sıyrılıp bir masaya yerleşmek biraz mücadele gerektiriyor. Sonuçta iki tane içilen demli çay, güzel bir manzarayla bugüne de veda ediyoruz. Tekrar yaşamak dileğiyle Eyüp’ten ayrılıyor, gezimizi de tamamlıyoruz…

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz