Yol boyunca Johnny Cash’den ‘’I walk the line’’nı mırıldanırken, sabaha karşı Trakai, Galve Gölü’ne varıyorum. Geceden Varşova’dan başlayan yolculuğum ancak sabaha karşı bitiyor. Üzerimde yol yorgunluğu, karnımın açlığı birbirine karışıyor.
Aracın bagajından kamp sandalyemi, bir de hazırladığım sandviçi kapıp gölün kıyısında güne keyifli başlayacak bir köşe arıyorum. Arayışım çok uzun sürmüyor hemen bir yer bulup yerleşiyorum.
Sabah kıyıda sandalyeme demir atınca, yakındaki kafeden aldığım çayla bir güzel keyif yapıyorum. Göl kenarında gezinenler, buz gibi suda yüzenler, tekneyle açılanlar, kanoyla dolaşanlar birer birer önümden geçiyor. Yerimden bir milim bile kıpırdamadan bu güzelliği yaşıyorum. Ne güzel bir yer, bak bak doyulmuyor.
Gün öğleye evrilirken, etrafımda yavaş yavaş kalabalıklaşıyor. Akın akın insanlar gelmeye başlıyor. Ağırlıklı olarak kaleye doğru hücum var. Keyif köşemi toplayıp, araca bırakıyorum. Kaleye doğru ilerleyerek, kalabalığın arasına karışıyorum.
Kale, gölün ortasında bir adacığa kurulmuş. Kaleye gitmek için ahşap köprüden geçmek gerekiyor.
Stratejik olarak çok iyi konumda olan Trakai Kalesi, 1410 yılındaki Polonya ve Litvana krallıkları arasında gerçekleşen Grunwald Savaşı‘ndan sonra stratejik önemini kaybetmiş. Sonraki yıllarda da yakılıp yıkılan kale, 20. yüzyılın ortalarına doğru yeniden inşa edilmiş ve turizme açılmış. Bugün gezdiğim kale sonradan orijinal haline uygun olarak yapılmaya çalışılmış.
Trakai’den kaleye girebilmek için Galve Gölü üzerinde inşa edilen 100 metre uzunluğundaki ahşap köprüden geçmek gerekiyor. Gölün ortasında yükselen kalenin her açıdan verdiği fotoğraflar oldukça etkileyici. Girmeden önce her açıdan bolca fotoğraf çekmeyi ihmal etmiyorum. Kalenin kapısından girince hemen solda yer alan gişeden biletimi alarak kaleye giriş yapıyorum.
6€ karşılığında giriş yaptığım kalenin kapısı büyük bir avluya açılıyor. Avluda orta çağdan kalma çeşitli işkence aletleri sergileniyor.
Kalenin her odası farklı şekillerde değerlendirilmiş. Konferans ve çeşitli sergi alanlarının bulunduğu kalenin bazı odaları ise çeşitli dönemlere ait eşyaların sergilendiği müze olarak kullanılıyor. Odalarda çoğunlukla 1900’lü yıllardan sonra yapılan kazı çalışmalarında çıkarılan eserler yer alıyor.
Galve Gölü ve etrafındaki yerleşim yeri Trakai, bölgenin Tarihi Ulusal Parkı’nı oluşturuyor. Litvanya doğal güzellikler bakımından oldukça zengin bir ülke ve Trakai’daki Milli Parkı aslında Litvanya’nın en minik milli parkıymış. Görülmeye değer olan bu doğal park, 1991’den bu yana UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alıyormuş.
Trakai, toplamda 21 adadan oluşan bir yerleşim yeri. Buraya 14. yy’dan sonra insanlar yerleşmeye başlamış. Farklı zamanlarda çeşitli Litvanya Voyvodaları’nın (Prensliklerinin) egemenliğinde ülke başkenti bile olmuş.
Litvanya’nın en popüler turistik yerlerinden biri burası, başkent Vilnius’a 28 km uzaklıkta. En çok ilgiyi de Galve Gölü’nün ortasında yer alan Trakai Kalesi görüyor.
Kalenin popülerliğinin yanında bölgeyi asıl önemli kılan 600 yıldan beri bölgede yaşayan Karay Türkleri.
Kimmiş bu Karay Türkleri ?
Musevi Türk topluluğu olan Karaylar, Hazar Türklerinden oldukları söyleniyor.
14. yüzyıldan beri de Litvanya’da yaşıyorlar. En güzel özellikleri, 600 yıldır geleneklerini kuşaktan kuşağa aktarmayı başarmış olmaları.
Litvanya dışında Beyaz Rusya, Kırım, Batı Ukrayna, Polonya ve Rusya’da da yaşayanlar varmış.
Buraya kadar gelip, yerleşmelerinin asıl amacı ise;
Karay Türkleri savaşçı bir kavimmiş, 14. yüzyılda Litvanya Prensi Rens Vitold tarafından Trakai bölgesi, Galve Gölü’nde bulunan kaleyi korumak için yerleştirilmiş.
Burada en dikkat çeken nokta, Karaylar’dan sonra kaleyi kuşatmaya çalışanlar başarılı olamamışlar.
Gölün kıyısında renkli iki katlı evler de oldukça güzel. Tipik Trakai mimarisinin (çatı katı tek pencereli, altta iki pencere ile ortada kapı ya da genelde Karay Türkleri’ne ait, altta üç pencereli versiyonları olan evlerin) sıra sıra dizildiği Karaimu bölgesi ile göl kenarındaki kafelerin, hediyelik eşya tezgahlarının bulunduğu taraflar dışına taşarsanız pek de küçük bir yer olmadığını hemen anlarsınız.
Buraya kadar gelmişken doğal güzelliği ve mimarisiyle başınız dönse de, yöreye ait Kıbın denilen (bizim çiğ böreğin benzeri) böreğini yemeden dönmeyin!