Büyüyen şehirlerin, dev binaları arasına sıkışmış yaşamlar sürdüğümüz şu günlerde İstanbul’da hala mahalle kültürüyle yaşayan birkaç yerden biri de Kuzguncuk. Bir günlük serüvenimizle keşfetmeye çalıştığımız bu şirin mahalle, bir dönem “Perihan Abla” ve “Ekmek Teknesi”yle hepimizi ekranlara kilitleyen iki diziyle de ünlendi. Ekmek Teknesi’nin pek müptelası olmasam da Perihan Abla’nın en sadık izleyicilerinden biriydim. Çocukluğumuza dair izler bulduğumuz dizi, belki de bizi kendine bağlama sebeplerinden biriydi. Semt aynı zamanda ünlü yemek yazarı Refika’nın Mutfağı ile de ünlenmiş. Postanenin sokağındaki 1923 tarihli Simotas binasında yer alıyor. Müslüman bir ülkede, Musevi bir aile için Rum bir mimarın yaptığı binanın üzerinde miladi, ibrani ve hicri olmak üzere üç farklı takvim de yer alıyor.
Kuzguncuk’tan Üsküdar’a doğru ilerlediğinizde göreceğiniz yalılardan biri olan Fethi Ahmet Paşa Yalısı ya da diğer adıyla ‘Pembe Yalı’ 19. yüzyılda yapılmış. Fethi Ahmet Paşa 1846 yılında Aya İrini’de İstanbul’un ilk askeri müzesini kurmakla görevlendirilmiş. İstanbul’u ziyaret eden İsviçreli mimar Le Corbusier yalının güzelliğine hayran kalmış. Yalıda farklı dönemlerde Besteci Franz Lizst, Nazım Hikmet yaşamış.
Eskiden Kuzguncuk’un sakinleri arasında “Anlat derdini Marko Paşa’ya” deyimine adını veren Rum doktor Marko Paşa ile Şair Can Yücel de bulunuyormuş. Semt, Buket Uzuner’in çok satan romanı ‘Kumral Ada-Mavi Tuna’nın da mekanı olmuş. Daha kimler var bilmediğimiz, bildiklerimiz şimdilik bunlarla sınırlı…
Birazda mahalleden yani Kuzguncuk’tan bahsedelim. Burası boğazın kıyısında kilise, cami ve sinagogun yan yana yükseldiği, bağrında 19. yüzyıl İstanbul’un kozmopolit yapısında, hoşgörü ortamını barındıran bir semt. Kuzguncuk’un tarihteki önemli özelliklerinden biri de, Museviler’in kutsal topraklara gitmeden önceki son durağı olması. Herhangi bir sebepten kutsal topraklara gidemeyen Museviler’in, Kuzguncuk’a taşındığı ve burada yaşadığı söyleniyor. Bir süre sonra, Rumların ve Ermeniler’in de katılımı ile semtin etnik kültürü bir hayli gelişip günümüze kadar korunmuş.
Semte adım atar atmaz en meşhur caddesi İcadiye’den gezmeye başlıyoruz. Burası anacadde ve tüm sokaklara buradan girmek mümkün. Başlar, başlamaz da hummalı çalışmanın içine dalıyoruz. 90 güne yayılan yol çalışması tozu toprağı birbirine katsa da gelen, giden, yaşayan hayatından pek memnun. Caddenin üstünde yer alan Tarihi Kuzguncuk Fırını’nda bir İstanbul simgesi olan çay-simit keyfiyle güne başlıyoruz.
Kuzguncuk denilince ilk akla cumbalı evleri geliyor. Arnavut kaldırımlı sokakları pek kalmasa da, rengarenk cumbalı evlerinin arasında gezinirken, evlerden sarkan sardunyalar kendimizi adeta çiçek bahçesinde hissetmemizi sağlıyor.
Kuzguncuk’a geldiğinizde sadece renkli cumbalı evlere değil kapılarına da vurulacaksınız. Çok ilgi çektiği için her köşe başında düğün fotoğrafı çekimlerine tanık oluyorsunuz. Düğün fotoğrafı seti haline gelen kapı önleri o kadar işgal edilmiş ki bazı sakinler bu durumdan rahatsızlığını, kapılara yapıştırdıkları notlarla dile getiriyorlar. Bizim gibi abartmayan gezginlere de anlayışlı davranıyorlar.
Bu şirin mahallede, koskocaman şehrin ortasında bir avuç yer hala ekilip biçiliyor. Neresi olduğunu merak ettiniz, değil mi ? Tabiki Kuzguncuk Bostanı, nam-ı diğer İlya’nın Bostanı’ndan bahsediyorum. Mahallenin eski sakinleri her ne kadar hakkında birçok hikâye anlatsa da burası hep bostan olarak kullanılmış. Kuzguncuklular çok uzun yıllar rant tehlikesi ile karşı karşıya kalan bostanlarını korumak için mücadele etmiş. Şu günlerde ortalık sakin ve mücadele bitmiş gibi görünse de aslında herkes yapılaşma tehdidinin sona ermediğini düşünüyor. Mahalleli dededen toruna bostanlarını korumaya devam ederken, en son Üsküdar Belediyesi, vakıflara ait olan bostanı kiralamış ve Kuzguncuklular Derneği ile birlikte bir proje oluşturarak bunu hayata geçirmiş. Kısaca bostan hala duruyor.
Genellikle İcadiye Caddesi’nde dolaşıyoruz. Cadde üzerinde şirin mi, şirin üç katlı beyaz binasıyla hem kitapçı hem kafe olan Nail Kitabevi’ne de bir uğruyoruz. Dışarıda üç beş masanın yer aldığı kitabevinin içine girince asıl güzelliğin burada olduğunu anlıyoruz. Dar ve uzun bir yapıya sahip kitabevinin mümkün olan her yeri değerlendirilmiş. Ortada boş kalan alanlara ise keyifle oturup kitap okuyup, araştırma yapacağımız ortama dönüşmüş. Kafa dinleyip, kahve içerken, hayaller kuracağımız yerde burası. Özellikle, üst kattaki cumbaya yerleştirilmiş geniş koltuğa yerleşince hiç kalkamıyoruz. İcadiye Caddesi’ne bakarak dinlenip, içerinin güzelliğinden etkilenince binanın dışını çekmeden ilerliyoruz.
Kuzguncuk demek sadece cumbalı evler demek değil. Yemek için harika mekanlar da var. Kısa süreli de olsa keşfettiğimiz, bazılarında soluklanıp nefis tatlarla buluştuğumuz birkaç mekandan da bahsetmeden maceramızı bitirmeyelim. Sabah çaylı simitli keyif yaptığımız Taş Fırını, bizi kendine çeken yine İcadiye Caddesi üzerinde yer alan Betty Blue’yu ilk sıraya yerleştirelim. Kendinizi adeta annenizin mutfağında gibi hissediyorsunuz. Günün finalini kahvenin üzerine nefis profiterolle tamamladığımız Ulus Profiterol’u de söylemeden geçmeyelim. İyi balık yiyelim diyenlere de İsmet Baba’yı önerip, yazımızı Nazım’ın ‘’Kuzguncuk ‘’ şiiriyle tamamlayalım.
KUZGUNCUK
Beykoz’da oturmalı
Beykoz’da çalışan adam.
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
ve gayet nefis yapar gül reçelini
pansiyoncu Madam
ve kızı Raşel…
Aynada bir kartpostal:
bir manzara Nis şehrinden.
İskemle, karyola, konsol…
Denize nazırdı pencereleri…
Güneşte tavana suların ışıltısı vurur,
karanlık şilepler geçerdi geceleri
insanı olduğu yerde
eli böğründe bırakarak…
Selim’in odası havadardı.
Kırmızı yazmalar kururdu yandaki boş arsada.
Sağda Cevdet Paşa yalısı.
Yalıda bir tavus kuşu
bir de Mebrure Hanım vardı.
Mebrure Hanım
tafta entariler giyerdi.
Çok ihtiyardı
ve mavi gözleri kördü.
Tentene işlerdi Mebrure Hanım.
Uyanır bir beyaz güle başlar,
uyurken dağıtırdı gülünü…
Merhum Cevdet Paşa yalısında
Mebrure Hanımı unutmuşlardı…
Beykoz`da oturmalı
Beykoz’da çalışan adam.
Fakat Kuzguncuk şirin yerdir
Ve kırmızı yazmalar kuruyan boş arsadan
dünyayı zapta gidecek olan
pulsuz balıklar gibi çıplak çocukların
her akşam dinlerdi çığlıklarını Selim…
Nazım Hikmet