Hatay denilince aklıma,
Tarih
Kültür
Lezzet, lezzet yine lezzet geliyor….
Özellikle lezzette, ülkemizin birçok şehrini sollayıp ilk sıraya da yerleşmeli.
Bu yıl Dünya Emekçi Kadınlar gününde birkaç kadın Hatay’a gittik. İyi de ettik. Çok eğlendik…
İki güne sığdırdığımız gezimize dair her şeyi anlatmaya başlayalım;
Günler öncesinden uçak biletlerimizi aldık. Cumartesi sabahı ilk uçakla gidip, Pazar günü son uçakla dönüşü planladık. Geriye kalan iki güne gezip göreceğimiz yerler, yemeden dönülmeyecek yiyecekler ve eğlence kalıyordu.
Cumartesi sabahı saat 7.15’te Hatay’a indik. Bizi rehberimiz karşıladı. Aracımızla şehre hakim bir tepede yer alan halk arasında ”Harbiye” olarak da bilinen, eskiden Romalı soyluların sayfiye yeri olan etrafını defne ağaçlarının süslediği, her yerden fışkıran suların serinlettiği, keyifli bir dinlenme yerinde sabah kır kahvaltımızı yaptık. Buranın en güzel zamanı bahar ve yaz aylarında, suların içine atılan masalarda çıplak ayaklara dokunan suyun serinliği keyfimize diyecek yokken mart ayında bu keyfin sadece uzağında yaşayarak gezimize başladık.
Kahvaltının ardından Anadolu’da ilk kilise ve ilk ‘’Hıristiyan’’ kelimesinin kullanıldığı yer, mağara kilise olarak da bilinen St. Pierre Kilise’sine geldik. Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı olan müzeye ya biletle ya da ekonomik olması açısından müze kartıyla giriliyor. Öğretmen ve öğrencilere ücretsiz. Habibi Neccar Dağı’nın eteklerine kurulu kilisenin bahçesinden önümüze serili Antakya’yı seyretmeden ayrılmadık.
Görmeyi en çok merak ettiğimiz yer, Necmi Asfuroğlu Mozaik Müzesi ya da diğer adıyla The Museum Hotel Antakya’ya geldik. Konaklamayı düşlerken ( fiyat bayağı yüksek olunca vazgeçip sadece müzeyle yetindik.), müzeyi gezmekle yetindik. Geçmişi on yıl öncesine dayanan, Asfuroğlu ailesi kendilerine ait arazide otel yapmaya karar vermişler. İlk kepçenin vurulmasıyla toprak altında gizlenen tarih bir anda gün yüzüne çıkmış. Bundan sonra tüm planlar değişmiş. Bir anda arkeologlar, uzmanlar devreye girmiş. Tarih adım adım gün yüzüne çıkarken, on yıl başlanan otel, şimdiki haline bürünmüş. Benzerlerine dünyada birkaç ülkede rastladığımız müze otel bizim için bir ilk ve güzel bir örnek.
Her ne kadar Hatay desek de biz aslında Antakya’yı geziyoruz. Antakya, Hatay’ın merkez ilçesi. Asıl gezilecek yerler de burada. Geçmişten günümüze birçok uygarlığa ev sahipliği yapmış bir şehir. Etrafı gelişerek 1939’dan sonra yurdumuza bağlanmış ve Hatay ismini almış.
Farklı dinlerin, dillerin şehri Antakya. Hoşgörünün de merkezi… Müze otelden sonra yönümüzü, eskiden günümüze hala aktif bir ibadet yeri olan Havra’ya çeviriyoruz. Zile basmamızla kapı açılıyor. Buraya randevusuz girilmiyor. İçerideki görevli bizi karşılıyor. Musevi cemaatini ve ibadet şekillerini anlattıktan sonra hatıra fotoğrafla buradan ayrılıyoruz.
Hatay, tarihi zenginliklerinin yanında kültürü ve özellikle de yöresel yemekleriyle de gönlümüze taht kurmuş bir şehir. Yöresel yemekleri tatmak ve ürünleri satın almak amacıyla Antakya’nın Uzun Çarşısı’na geldik. Öğle yemeği için Pöç Kasap’ta masaya yerleştik. Kasap, diyorum çünkü buradaki kasaplar bizim bildiğimiz kasaplardan değil. Hem hayvansal ürünlerin satıldığı hem de pişirilip müşterilere ürünlerin tattırıldığı bir lokanta olarak da işlevlik kazanmış. İki katlı ve oldukça büyük bir mekan olan Pöç Kasabı’n da yöresel yemeklerden biri olan tepsi kebabını tattık. Yanında sunulan nar ekşili salatalar, humusla ilk sırayı kaptı bile. İsteğe göre acılı şalgam veya açık yayık ayranla güzel bir tat oluşuyor.
Yemeğin üzerine tatlı iyi gider. Buraya kadar gelip de künefe yemeden dönmek olmaz değil mi? Uzun çarşıda belli birkaç mekanda künefe için tercih edilecek yerlerden. Biz Yusuf Usta’yı tercih ettik. Ününü internette duymuştuk ama sonradan pişman olduk. Çok kalabalık, yanlış veya eksik siparişleriyle müşteriye gereken özeni göstermediklerini gördük. Ertesi gün çarşıda yediğimiz Tarihi Antakya Künefe’cisi ilk sıraya hemen yerleşti.
Günün diğer zamanını eski sokaklarında dolaşarak, Antakya kahvesi içip keyif yaparak geçirdik. Ünlü Affan Kahvesi’nin önünden de birkaç defa geçtik. Yaz aylarında arka bahçesi kadınlara da açılan bir kıraathane burası. Kış ve bahar aylarında erkeklerin takıldığı, oyun oynadığı bir mekan aslında. Burayı ünlü kılan hem tarihi oluşu hem de ünlü dondurmalı tatlısı haytalı. Haytalı’yı tatmak kısmet olmadı…
Şehir yemekleri, kebapları, tatlıları, humusuyla pek bir ünlü. Yemek için vazgeçilmeyecek yerlerden birisi de eski çarşıda girdiğimiz humusçu. Önümüze sırayla birkaç çeşit humus koydu. Hepsi farklı lezzetteydi. Hem gözümüz hem de damağımız doydu. Hatta özel paketle evimize bile getirdik. İstediğimizde tekrar siparişle kavuşacağımızı biliyorduk. Bu şehir çok güzel. Herkes gelenleri en iyi şekilde ağırlıyor. Yurdun neresinde olursan ol koliyle yöreye dair her şeye ulaşabiliyoruz.
Geze toza günün sonunu güzel bir mekan da, canlı müziğin eşliğinde Sveyka’da tamamlıyoruz. Tamamlıyoruz diyorum ama otelimize geri dönerken yolumuzun üzerindeki diğer eğlence mekanlara uğramadan geçmiyoruz. Hemen yanı başımızda canlı müziğin cazibesine kapılıp barda günü bitiriyoruz.
Ertesi gün ev yapımı ürünlerle nefis Hatay kahvaltısı yapıyoruz. Konakladığımız otel eski Antakya merkezde, tarihi bir konak. Kahvaltıya da oldukça önem veriyorlar. Her biri özenle hazırlanmış, birbirinden güzel lezzette. Gün boyunca başka bir şeye ihtiyaç duymuyoruz. Hem doyurucu hem de güzel.
İkinci güne müzeyle başladık. Bu sefer Dünya’nın en büyük mozaik müzesi ünvanını kazanmış Hatay Mozaik Müzesi’ne gittik. Buraya bir tam günü ayırmak gerekiyor. Böyle iki günlük programla ancak 3 saatle sınırlı geziliyor. Daha önce birçok defa yolum düşse de bu sefer yeni binasında ve daha büyük bir alanda hizmet veriyor. Sabahın ilk saatleri en sakin anında giriş yaptık. Biraz kalabalıklaşmaya başlayınca da çoktan ayrılmış olduk. Müze Kültür Bakanlığı’na bağlı olunca müze kartı geçerli, öğretmen ve öğrencilere de ücretsiz olarak hizmet veriyor.
Bölgenin her yeri buram buram tarih ve kültür kokuyor. Görülecek yerlerden biri de Vakıflı Köyü. Türkiye’de tek Ermeniler’in yaşadığı köy burası. Yıllardır organik tarım yapıyorlar, elde edilen ürünlerde köydeki satış yerinden veya online olarak yurdun her köşesine satılıyor. Vakıflı’ya gelmeden önce Musa Ağacı olarak da bilinen Hıdırbey Köyü’ne uğradık. Eskiden Ermenilerin yaşadığı köylerden birisi de burasıymış. Şimdi Türkmenler yaşıyor. Burası da oldukça güzel ve kalabalık köylerden. Burada da tarım yapılıyor. Ürünlerde köyün girişindeki tezgahlarda satılıyor. İsteyen tezgahlardan, isteyenler telefonla sipariş verebiliyor. Yurdun her köşesine kolilerle ürünler taşınıyor.
Musa ağacı, Samandağ’a çok yakın Musa Dağı olarak bilinen bölgede eski Ermeni köylerinin olduğu yerde Hıdırbey Köyü’nde. Hz. Musa’nın asasını toprağa diktiği yermiş burası. Ölümsüzlük suyu sayesinde yeşermesiyle büyüdüğüne ve 3 bin yıllık geçmişe sahip olduğuna inanılıyor. Ağacın hemen yanında akan derenin kıyısına dizili masalarda demli bir çayın keyfine diyecek olmuyor.
Musa Dağı’ndan aşağıya doğru inince hemen kıyıda Titus Tunelleri karşılıyor. Roma İmparatoru Vespasian tarafından, şehrin etrafını dolanarak, akıntıların yönünü değiştirecek bir tünel yapımına karar verilmiş. İnşaatına M.S. 69’da başlanan tünel M.S. 81 yılında oğlu Titus tarafından tamamlanınca tünellerde oğlunun ismiyle anılmış. Tamamen insan gücü ve sadece ellerle kazıyarak açılan tünel inşaatında, Roma lejyonları ve köleler çalıştırılmış. 7 metre yüksekliğinde ve 6 metre genişliğinde tünel, 1300 metre uzunluğunda. Tünelin hemen girişinden sağa doğru ilerlediğimizde Beşikli Mağarası’yla karşılaşıyoruz. Beşikli Mağarası, kaya mezarların en geniş ve en ünlülerinden biri. İçinde bölümlere ayrılmış on iki mezar odası bulunuyor. Kayaların açılmasıyla oluşan mezarlıklar, yer yer kapıların açılmasıyla sütun başlıkları, kademelerle bölümlerine ayrılıyor.
Günün bitimine doğru bir tepeye kurulu Aziz Simon Manastırı’na doğru ilerledik. Bayağı yükseldik. Rüzgar panellerinin etrafı sardığı esintili bir yere kurulmuş manastır. Manastırdan geriye kalan, bir taş yığını olsa da birilerinin sihirli değneğinin değme vakti gelmiş. Şimdilik korunaksız, yitip gitmemek için zamana direniyor. Dileğimiz biran önce tekrar yükselmesi, eski heybetini kazanması.
Gezip göreceğimiz yerler bu kadarmış, dönüş vaktine kadar uzunca bir zamanımız var. Eski Antakya’nın gizli saklı köşelerini keşfe çıkıyoruz. Ara sokaklara dalıyor, müziğin, mis gibi kahvenin, bir güler yüzün, olmadı sokaktaki seslerin peşine düşüyoruz. Keyifli, lezzetli, bir o kadar da bilgili şehirden ayrılıyoruz.