Yol uzun… Issız, geniş ve virajlı önümüzde uzayıp gidiyor. Ara sıra tırmanırken, bazen çıktığımız gibi döne döne de iniyoruz. Karlı dağlar, dümdüz ovalar, birkaç köy ve ilçeden hızla geçiyoruz. Gideceğimiz yer 110 km uzaklıkta bir doğa harikası, Tortum Şelalesi. Git git yol bitmiyor, neredeyse Artvin’e varıyoruz, hatta uzayan yolculuğumuza aramızda gülüşüp, eğleniyoruz.
Yavaş şehir (cittaslow) Uzundere’den geçip, baraj gölünde kısa süreli verdiğimiz fotoğraf molasının ardından önümüzde yükselen dağı da aşıp suyun ve kalabalığın sesiyle şelalelere geldiğimizi anlıyoruz.
İlk başta uzaktan gelen davul sesi karşılıyor. Aracımızdan inince piknik alanlarını da geçip suyun sesi ve ona eklenen müziğin sesine doğru yöneliyoruz. Şelalenin önünde davul zurna eşliğinde halay çeken birkaç adam müziğin ritmiyle hareket ediyorlar. Keyifleri yerinde az sonra da bu coşkulu kalabalık yavaş yavaş dağılıyor. Bayağı merdiven var. Yavaş yavaş inerken bir yandan da her açıdan şelalenin fotoğrafını çekiyoruz.
Su, tepeden aşağıya doğru çılgınca akarken çağıldıyor. Yaklaştıkça yüzüme de suyun teması başlıyor. En yakın yerde video çekerken bir yandan da ıslanıyorum. Aşağıya kadar iniyorum. Kıyısına kadar varılıyor.
22 metre genişlikten 48 metre yükseklikten sular aşağıya delice akıyor. Şelalenin aktığı yerde de piknik alanları bulunuyor. Hafta sonu çoluğunu çocuğunu alıp gelen burada soluğu alıyor. Hem suyun sesiyle dinlenirken, hem de mangalını yakıp akşama kadar yeyip, içip eğleniyor. Mangal keyfi bize göre olmasa da içeride oturup çay içeceğimiz yerler de var. Hafta sonu olduğu için bir hayli kalabalık.
Şelale, Tortum Gölü gideğinin, gölün kuzey ucu ile Tev Vadisi arasındaki heyelan kütlesini aşarken oluşmuş. Şelale Uzundere ilçesi’ne de çok yakın. Yaklaşık bir saatimizi burada geçirdikten sonra şelalenin ismini aldığı ilçeye Tortum’a doğru ilerliyoruz. Aynı yolları tekrar aşarak ilçeye geliyoruz.
Yaklaşık 50 km yol geliyoruz. Canımız kahve çekiyor, şelalenin yanında da içemedik, isteğimiz her saniye biraz daha artıyor. İlçede de maalesef bir yer bulamıyoruz. Kendimizi eski evlerin daracık sokaklarına atıyoruz. Hafif tepeye doğru yükselen yapılardan ayakta duranlar olduğu gibi bakımsızlıktan yitip gidenlere de içimiz acıyarak bakıyoruz. Araya fazlaca karışan yeni binalarda yörede yapı cümbüşüne dönüşmüş. Yerli bir kadın bizi karşılıyor, oldukça da samimi. Eski evleri göstererek yavaş yavaş yitip gittiğinden, bahsediyor. ”Kışın sıcak, yazında serin olurdu.’’ diyor. Yeni binalarda maalesef sağlıklarını yitirdiklerinden de üzerine bastıra bastıra bahsediyor.
Hemen yolun kıyısında biraz yüksekte zamana direnci kalmayan şirin mavi çerçeveli yapıyı göstererek ; ‘’ burası Osman Yağmurdereli’nin babasının eviydi . ‘’ diyor. Bir dönem burada kaymakamlık yapan, babasından kalan evde zamana karşı yavaş yavaş direncini kaybediyor. Bakımsızlıktan yıkılıyor.
Etrafta başka yapılarda bizi kendine çekiyor. Bakımsız da olsalar, yaşanılacak düzeydeler. Kapı önlerinde oynayan çocuklar, cıvıltılarıyla etrafı canlandırırken; evlerin önündeki kazanlardan yükselen duman kimisinde çamaşır, kimisinde yemeğin habercisi…
Biraz sokak turu, meraklı bakışların ardından, malum gezinin sonu eve dönüş vakti…