Dans etmeyi severim, seyretmeyi de. Ama hiç tango yapmadım. ‘’Milonga Geceleri’’ varmış, Kıbrıs’ta her sene yapılıyormuş. Biz de Milonga diye hem dansı hem de Kıbrıs’ı öğreniyoruz. ‘’Milonga ne?’’ dediğinizi duyar gibiyim.
Milonga, Arjantin ve Uruguay kökenli bir müzik ve o müzikle yapılan dansın adı. Tangoya çok yakın bir dans türü diyelim. Bizde Milonga Geceleri’nden eksik kalmayalım diye Kıbrıs’a gidiyoruz. Uçuşumuzu sabahın ilk saatine, dönüşü de en son uçağa alıp, 3 gecelik gezimizi otomatikman artırarak 4 güne çıkarıyoruz.
Dans etkinlikleri Girne’de yapılıyor. Türkiye’den ve Arjantin’den gelen dans ve müzik severler burada buluşuyor. Biz de hem seyretmek hem de yeni bir keşif hevesiyle geliyoruz. Ercan Havaalanı’ndan Girne’ye direk ulaşım yok bu nedenle hem geliş hem de gidişte olmak üzere transfer satın alıyoruz.
Milonga Geceleri, yaz aylarında haziranın temmuza evrildiği dönemde yapılıyor. Hava öyle sıcak ki, gündüz dilin bir karış dışarıda dolaşıyorsun. Gün içinde herkes kendi havasında dinlenip eğlenirken, gece dans ve müzik için toplanıyor. Günün sıcağından bir nebze olsun uzaklaşmak için en yakın plaja koşuyoruz. Plaj oldukça kalabalık, deniz ve kum şahane! Deniz kenarında bir günlük aylaklıktan sonra seyyah ruhum ayağa kalkıyor ve isyan bayrağını çekiyor. Geriye kalan günleri de aylaklık yaparak geçirmemek için küçük bir araştırma yapıyor, hemen üç günlük gezi programı hazırlıyorum. İlk gün Girne sonra Lefkoşa ve Karpaz diyerek programı listeliyorum.
İkinci Gün GİRNE Sokakları
Tura gerek yok, otelimiz Girne merkezine çok yakın, yoldan geçen dolmuşlardan birine atlayarak, gidiyoruz. Şehir oldukça küçük, kolay geziliyor, bu nedenle bir günlük gezi yeterli oluyor.
Ziyaretçilerin çoğu ya tatil ya da casinolar için geldiği şehirde, biz biraz aykırı davranıp tarihi yolculuğa çıkıyoruz. Etraf beyaz boyalı evler ve bol yıldızlı otellerle çevrili. Sahilde uzayıp giden yürüyüş yolları ve etrafında çay bahçeleri yer alıyor. Gündüz sakin olan sokaklar geceleri yoğun bir kalabalığın akınına uğruyor. Genellikle yürüyüş yapanlar ya da bir kafede hararetli sohbetin içinde kaybolanlarla dolup taşıyor.
Programımızda ilk sırayı Girne Kalesi alıyor. Kalenin içinde yer alan müzeyi de gezmeden çıkmıyoruz. Günün en uzun zamanını burada geçiriyoruz. Kıbrıs’ın önemli müzesi de olan St. George Kilisesi, mezarlar, Venedik Kulesi, Luzinyan Kulesi, sarnıç, zindanlar ve batık gemi hepsi kalenin içinde yer alıyor. Nefis kale manzaralı birkaç fotoğraf, müzenin çıkışında yer alan kafede dinlenme molasının ardından, hemen kale çıkışından başlayıp, içeriye doğru çeken daracık tarihi sokaklarda yürümekle keşif turumuzu tamamlamış oluyoruz. Özellikle sokaklardan birinde kendi ismimi görünce ayrı bir mutlu oluyor, burayı da sahipleniyorum.
Üçüncü Günde LEFKOŞA
Ayarladığım tur firması aracı otelimizden bizi alınca, doğru Lefkoşa’ya uzanıyoruz. Aracın çoğu meraklı yabancı turistlerle dolu. Yaş ortalaması oldukça yüksek. Turistler yabancı olunca rehberimizde ingilizce anlatıyor. Anlaşılır bir tarzda konuşan rehberimizden , anlayamadıklarımızı da sorarak öğreniyoruz.
Şehirde bazı binalarda hala savaşın izleri var. İçimiz biraz buruklaşıyor. Sonra keşiflere doğru rehberimizin arkasından ilerliyoruz. İlk durağımız bir zamanlar St. Sophia Katedral’i olan ve Kıbrıs’taki en büyük en görkemli ibadethane. Ayrıca en önemli Gotik mimari eser olarak da kabul ediliyor. Osmanlılar döneminde (1570 tarihinde) kullanılamayacak kadar harap durumda olan ibadethane, onarılarak mihrap, minber ve kürsü eklenmesiyle Ayasofya adıyla camiye çevrilerek yeniden ibadete açılmış.
İkinci durağımız, Bedesten – St. Nicholas Kilisesi
Yapı, M.S XIV. Yüzyıl Lüzinyan Dönemi’nde Bizans kalıntıları üzerine Gotik nizamda inşa edilmiş, Venedik Dönemi’nde Ortodokslar tarafından St. Nicholas Kilisesi adıyla Metropolit binası olarak kullanılmış. Osmanlı döneminin ilk yıllarında tekstil çarşısı olarak da kullanılan bina, sırasıyla ; tekstil, gıda, un pazarı ve buğday deposu olarak da kullanılmış.
Üçüncü durağımız Büyük Han
Han, tarihi ve mimari değerler bakımından sadece Lefkoşa’nın değil, Kıbrıs’ın en önemli Osmanlı-Türk eserleri arasında yer alıyor. Ayrıca Kıbrıs’ın da en büyük hanı olarak biliniyor. Şehirde ticaretin nabzı burada atıyor. Alt ve üst katlarda 68 oda, doğu girişinde ise tek katlı 10 dükkan bulunuyor. Ortada avlu yer alırken, ortasında sütunlar üzerine yükselen bir köşk mescit bulunuyor. Günümüzde Kıbrıs’ın hem kültürel hem de el sanatlarının yaşatıldığı bir mekan olarak kullanılıyor.
Bir kaç tarihi binanın ardından verilen molada özgürce eski sokaklarında dolaşıp, mis gibi kahve kokularının yayıldığı dükkanların önünden geçiyoruz. Taze kavrulmuş damla sakızlı kahvelerden eve götürmek için alırken, çınarın altında da kendimizi ödüllendirerek kahvelerimizi yudumluyoruz. Kıbrıs mutfağına özel bol çeşitli otlarla yapılan zengin yemeklerin ardından grubumuzla buluşup, günümüzü tamamlıyoruz.
Dördüncü ve Son Gününümüz de KARPAZ
Cennetten bir köşeye doğru Kıbrıs’ın en kuzey ucuna ve bize en yakın burnuna doğru kısa bir yolculuğa çıkıyoruz.
Geldiğimiz yere göre biraz daha ıssız. Eşekleriyle de meşhur yerdeyiz. Sokakta boş boş dolaşan eşekler ara sıra yanımıza yanaşıyor.
Karpaz, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış bir yer. Bölgede antik kent, manastır ve farklı uygarlıklara ait kalıntılar yer alıyor. Bölgede tarihi kucaklayacağımız antik kent Karpasia’ya doğru ilerliyoruz. Biraz bakımsız olmasına rağmen yerdeki mozaikler ziyaretçilerini bekliyor. Tarihin sayfalarında dolaşıp, Apostolos Andreas Manastırı’na geliyoruz.
Karpaz yarımadasının uç bölgesi Zafer burnunun güney kısmında bulunuyor. Rehberimizden dinlediğimiz efsaneye göre, Hz. İsa’nın askerlerinden biri olan Andreas deniz yolu ile Kudüs’e giderken gemide su sıkıntısı yaşanır. Andreas gemiden inerek Manastırın bulunduğu bölgeye gelip, elindeki bastonu ile yere vurmasıyla su çıkartıyor. Bir gözü kör olan kaptanın fışkıran su ile yüzünü yıkadığında gözlerinin görmeye başladığı efsanesi kulaktan kulağa günümüze kadar ulaşıyor. Gerçekliği sorgulansa da efsane bu diyerek, suyun aktığı çeşmede yüzümüzü yıkıyoruz.
Ayrıca her sene Hıristiyanların dini bayramlarında Rum kesiminden bölgeye gelen vatandaşlar, Apostolos Adreas Manastırı’nda ibadetlerini edip, kutsal saydıkları çeşmeden de su içerlermiş. Manastırı da gezip, kendimizi bir anda sahilde buluyoruz.
Bölgede bulunan Altınkum Plajı sapsarı kumları ve berrak sularıyla bizi büyülüyor. Gün boyu berrak sularda yüzmenin tadına doyamıyoruz. Ayrılma vakti gelince içimize bir hüzün çöküyor. Buralar bakir koylar, betonlaşmamış doğal ortamlar. Etrafta sadece bir kaç tesis yer alıyor. Tamamen doğaya uygun ve ahşaptan yapılı gözü ve görüntüyü bozmayacak güzellikte. Aklımız sadece burada kalıyor.
Gündüz geziler de geceleri ise dans ve müzikle geçen 4 günlük serüvenimizin sonunda az da olsa tango yapmayı öğreniyorum. Artık bütün Milonga Geceleri bizi bekliyor.
