Kaleler Şehri- Van Gezi Rehberi

1533
0

Van Gölü’nün kıyısında geçmişten günümüze tarihi, kültürel zenginlikleri, iklimi ve kendine has yemekleriyle bu sefer Van’ı keşfe çıkıyoruz.

‘’Kaleler Şehri’’ olarak da isimlendiren Van, Türkiye’nin en büyük gölünün kıyısına kurulmuş. Aynı zamanda tarihi bir öneme de sahip olan şehir, geçmişte birçok medeniyete  ev sahipliği yapmış. Bunun en güzel izleri etrafta ve müzede rahatlıkla görülüyor. En büyük zenginliği tabi ki Urartular. Şehrin göbeğinde yükselen kalede o dönemden kalma. Etrafında yer alan yapılarda sonradan eklenerek günümüze kadar zenginliğini korumuş.

Şehre gelir gelmez, ilk soluğu gölde alıyoruz. Zaten konaklayacağımız otel de hemen kıyısında. Sabah uyandığımızda göl manzarasına karşı yöresel kahvaltımızla güne başlamak bizim için ayrı bir güzellik. Hele havalar da sıcaksa otelin havuzunun kenarında yapılan düğünlere davetsiz misafir olarak katılmamak elde değil. Yöresel kıyafetler, ard arda atılan zılgıtlar, bir de müziğin ritmiyle çekilen halaylar yeni evlilerin mutluluğuna mutluluk katıyor. Gündüz ise göl manzarası tam bir doğa harikası. Turkuaz rengin sunduğu güzellik ara sıra otelin önünden uzaklaşan motorlar, etrafta dolaşan kuşlar, bir de ballı kaymaklı, otlu peynirli kahvaltı tam bir lezzet demeti. Eee, günün bütün vaktini burada harcamıyoruz tabi şöyle bir şehri dolaşmaya da çıkıyoruz.

Şehir bildiğiniz Anadolu şehri; bilindik çok katlı yapılar, etrafta lüks oteller, peynirciler, balcılar çarşısı, zanaatçılar, küçük dükkanlar, yaşamın döngüsüne kapılıp günlük işlerine koşturan yerel halk. Hala tadı damağımda kalan baldan, birkaç kilo da otlu peynirden alıp, üstüme  bir güzel yük yapıp doğru soluğu kalede alıyoruz.

 

 

Urartu Kralı I. Sardur tarafından M.Ö. 840-830 yılları arasında yapılan kale, Urartu başkenti Tuşpa’yı seyredeceğiniz bir manzaraya sahip. Şehrin yerinde yeller esse de uzaktan parlayan göl de hoş bir manzara sunuyor. Etrafında sıcak havayı kaçırmayan hafta sonu piknikçileriyle dolu. Çoluk çocuk herkes burada etrafındaki yeşil alana yayılmış, çayını demleyip gününü burada geçiriyor. Çocuklar cıvıltılarıyla etrafta koşup oynarken bizde en güzel günbatımını seyretme umuduyla kaleye doğru tırmanıyoruz. Bayağı zahmetli olsa da seyredilen manzara şahane. Tabi bir de inişi var ! O kadar yorulmuşuz ki hemen etrafta taksi aramaya başlıyoruz. Bayağı bir mücadele sonucunda bulduğumuz taksiyle göle doğru  otelimize koşuyoruz. Gelmek için sabahın kuşluk vaktini seçince bedenler de ister istemez dinlenmeyi arzuluyor.

 

 

Ertesi gün zıpkın gibi kalkıp nefis kahvaltıyla güne başlıyoruz (o meşhur VAN kahvaltısı). Hava da nefis, hemen programımızı yapıp, yollara düşüyoruz. Bu sefer şehirden biraz uzaklaşıp, etrafındaki zenginliği keşfe çıkıyoruz. İlk soluğu Gevaş’ta alıyoruz. Günün ilk rotası belli Akdamar Adası.

 

 

Belli aralıklarla kalkan ilk tekneye yerleşmeden önce bir güzel yöreye has demli çaylarımızı içiyoruz. Sonra yavaş yavaş adaya doğru ilerliyoruz. Adaya yaklaştıkça kilise uzaktan daha belirgin olarak görülmeye başlıyor. Adaya adım atar atmaz havanın sıcaklığı yüzümüze çarpıyor. Fotoğraf için uygun bir zaman olmasa da bol ışıldayan fotoğrafların ardından içeriye doğru ilerliyoruz. O dönemden kalan freskler hala belirgin duruyor. İçerideki kasvetli yapı dışarıdan oldukça farklı. Hıristiyan sanatı içinde önemli bir yere sahip olan bu yapının duvarlarında inanılmaz öyküler, kabartmalarla anlatılıyor.

Kilisenin güney cephesinde kutsal kitaplar Tevrat ve İncil’den sahneler yer alırken; batı cephesinde, Vaspurakan Kralı Gagik’in kilise maketini İsa’ya sunma efsanesi canlandırılıyor. Doğu cephesinde ise kilisenin kutsal yüzü de sayılan bu bölümde, ”Ateşte üç İbrani Genci” ve ”Aslan ininde Daniel” efsaneleri canlandırılıyor. Kuzey cephesinde, Adem ve Hava’nın yasak meyveyi yemesi, cennetten kovulmaları, Samson’un düşmanını öldürmesi sahneleriyle dört bir yanı farklı hikayeye dokunuyor. İçini dışını dolaşıp, adanın havasını da bolca içimize çekip yeni gelen kalabalıktan sıyrılıp, uzaklaşıyoruz. Gelişi gibi gidişi de bir güzel bu adadan. Adadaki kilisenin detaylı hikayesini merak edenler ise ‘’Akdamar Adası’’ yazımızı okumadan geçmeyin.

Günün yarısını burada geçirince geriye kalan zamanı  biraz uzaklara açılarak tamamlamaya karar veriyoruz. Rotamız Ağrı, Doğubeyazıt. Malum yol uzun, şoförümüz de yerli olunca kalan vaktimizi iyi değerlendirmek için güzel bir program yapıyor. Zaman kaybetmemek için  yol kenarında yer alan köfteciye siparişle yaptırdığımız ekmek arası köftelerimizi paketleriyle kapıp yolda bir yandan da  karnımızı  doyuruyoruz.

 

Önümüzde uzayıp giden ovalar, ara sıra otlayan hayvanlar, birkaç evden oluşan köyleri ardı ardına bırakarak bayağı yol gidiyoruz. Doğubeyazıt’a girdiğimiz anda  İshak Paşa Sarayı, uzaktan da olsa göz kırpıyor. Hala aynı güzellikte hala aynı heybetiyle tepeden bütün alana hakim bir noktadan öyle rahatlıkla görünüyor ki görmemek için kör olmak gerekiyor. Kendine aşık edecek güzellik de yani !

Hemen yanına koşuyoruz. Duyan bugün gelmiş gibi bir o kadar  kalabalık hem içi hem dışı. En çok anı burada kalıcı kılıyorum. Çekebildiğim kadar fotoğraf çekiyorum. Doymuyorum!

Taş işlemeciliğin konuşturulduğu el emeği göz nurunun belirgin olduğu göğe yükselen kapısından girdiğimiz anda büyüleniyoruz. Biraz restorasyon hataları olsa da ben buraya hayran oluyorum! Oldum da zaten! Uzun bir süre dolaşıyor, bakıyor, bir köşede duruyor, seyrettikçe çıkamıyorum. Ancak gün buna izin vermiyor. Vakit azalınca hava da yavaş yavaş kararınca hemen yanındaki Urartu Kalesi’ni ve camiyi de dolaşıp geldiğimiz yöne doğru ilerliyoruz.

Uzun yolculuğun ardından biraz soluklanmak için Muradiye Şelaleri’ne uğruyoruz. Buraya kadar gelmişken, uğramayan pişman olur. Bir tepeden coşkun akan suların etrafında yer alan terasın kıyısında küçük bir işletme konuşlanmış. Şelaleye karşı yerleştiğimiz masamızda hem çayımızı içiyor hem de coşkun akan suyun dinlendirici etkisiyle gevşiyoruz.

Van’a gelince gezmelere de doyamıyoruz. Gezilecek o kadar yer var ki. Etrafındaki kaleleri görmeden, kiremitte balık yemeden, zengin çeşitleriyle kaymaklı, ballı kahvaltısını tatmadan, eski sokaklarında dolaşmadan, kaleden gün batımını seyretmeden, Akdamar’a, Doğubeyazıt’a uğramadan, Muradiye’de coşkun akan suyun ritmiyle demli çayı yudumlamadan, gölün kıyısında oturmadan dönülmez dimi? Ben bunları yaptım diyorsanız, daha tam anlamıyla gezememişsiniz, daha neler var, neler? Bizden şimdilik bu kadar.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz